Dreams / hayaller
Dag Johan Haugerud’n (Yönetmen/ Senarist) bir üçleme olarak çıkan ve eserin “Hayaller” bölümünü 1 Eylül tarihinde, Bir Film işbirliği ve CKM SİNEMASI ev sahipliğinde izledik. 5 Eylül 2025 tarihinde vizyonda olacak film, evet aşkı temel alıyor ancak hangi, Aşk?
Bir kuşu bile sevebilmenin ölçüsüzlüğünü, insanın var oluş hikâyesinden “ Temelde esas olarak kendinden kendine “ gerçekleştirdiği; hayat/ömür yolculuğunda, diğerlerine yahut çoğunluğa göre.
Ve çerçevelenmiş ahlak normları altındaki dayatmalar ve kalıplar içerisinden, Oslo’da dans provalarında ayağını incittiği ve ailesi (anane/ anne ve editör) tamamen kadınlardan oluşan düzende, dışarı çıkamayacağı için eline aldığı bir kitap ve Johanne’nin değişen dünyası ile açılıyor.
Johanne’ni (Ella Overbye) canlandıran, Norveç’li aktristin, İngiliz aktirst, Kate Winslet’e çağrışımı, filmin henüz başında, sevgilisi ile selfilerini Titanic pozisyonunda çekmekten hoşlandığını –Aşkı böyle tanımlıyor olmalı- olarak bahsettiği erkek arkadaşını anlatırken 2.kez çağrışım yaptırıyor. Bu aşinalık, güzel oyunculuğu ile gelecek vaat ediyor.
HANGİ AŞK
Esas olarak bu üçlemenin ilki olan Hayaller, kısmı. Tıpkı bir kitabı okur gibi anlatılıyor. Ve ana karakterin henüz on yedi yaşında olmasındaki keşif duygusunu, yaşıtlarına ve yeri geldiğinde ebeveynlerine karşı, toplumsal düzen kargaşasında da, hem dünyayı, hem mevcut sistemleri ve de Tanrı’nın varlığını üç serili filmde, üç kuşak üzerinden açıyor.
Sınıf öğretmenine âşık olan bir kız öğrencinin, sadece hemcinsine âşık olmasını, filmin bütününde tıpkı Mevlana-Şems benzeri Aşka giden yolda, önce kendi varlığında aşkı bulma halini, keşfetmeyi.
İleride “yazar” olma adayı olma halinden önce de, bir okuyucu olarak-kitaplardan bir şey öğrenmekten çok;” kitapların benim değişimimde katkısı, varoluşuma hizmeti nedir” sorusu ile açıyor.
Film, aynı zamanda karşılıklı yahut toplumsal ahlak normlarında, hemcinsine aşk hallerinden ilk önce “Kendini bulma / Kendini keşfetme” perdesi altında yavaş yavaş harmanlanıyor.
Öyle ince bir işleyiş gerçekleşmiş ki; buradan, en başta dediğimiz gibi okuyucunun bir kitabı okuduğunda kendisine ne kattığını önce sorgulatırcasına, üreten-yaratan pozisyonunda doğadaki dişil faktör üzerinden hayatın şekillendiğinin de ince ince altını çiziyor. Dreams-Hayaller Filminin henüz başlarında, sadece okulda öğretmenler arasında görünen bir erkek öğretmenin anlık varlığı dışında hiçbir erkeğin rol almaması.
En başta filmin Feminist bir yaklaşım sunduğunu verse de ve âşık olduğu, hem cinsi öğretmeninin kendisine “Johanne” yerine Fransa’nın, devrimlerin ama Kadın İlerleme ve Tetikleyici Rol Model olan Jean Dark üzerinden “Jean” diye seslenmiş olması bile filmin ilerleyen süreçlerinde, olayın sadece Feminist bir yaklaşım olmadığının ipuçlarını veriyor.
HAYALLER- HAYALLER AŞK- HAYALLER AŞK VE SEKS
Evet, genelde âşık olunur yahut olduğunu sanıp bir duygu yoğunluğunda, bedensel ve fiziksel değişime uğrarsın. Ama gelen, yahut gittiği aşk sana ne katmıştır? Ne katmak için gelmiştir? Birey başka bireyde, toplamda yahut bütüne baktığımızda ki film kesinlikle bu açıdan, öyle izlemek gerekiyor, aşk ne veriyor?
Hayal var. Aşk var. Seks var. Peki, ortaya konan yemek, ne derece lezzetli olmanın dışında, besleyici.
Yaradan, Tanrı yahut Allah tüm yarattıklarını sever de insanoğlu kendi dışında neyi sevebilir? Sevebilir mi? İşte tem da burada ekip arkadaşımın da dediği gibi “ Bir kuşu bile sevebilen insan, insandır.”
Derinlik, derin olma insana aittir. Sığ düzlemlerde ve kalıplar içerisinde ama kendini okyanusta sanma sanrılarda, başka birey olmadığını anlamak bir süreçtir. Anlayıp.,anlayamadığın bile meçhuldür. Sırf âşık olduğu kadını görebilmek için örgü öğrenmek isteyen ve annesinden yardım istediğinde beklediği cevabı alamadığında “Sende hiçbir şey bilmiyorsun” yaklaşımı; Dreams / Hayaller Filminin, karesi birkaç içerisinde geçen Komünist, Liberal yaklaşımlarda büyütülen gençlerin biraz kadın işlerinden uzak kaldığının da gizli olarak altını çizer.
Şair ama Tanrı’dan uzak, onu erişilmez bulup; hayatında yaşayamadığı; 13,14 yaşlarında başlayan seks deneyimini ve 31 yaşında başlayan yazarlık serüveninden -birine erken diğerine geç başlamışım ama yine de daha çok erkekle yatsaydım, daha çok şey biriktirirdim-diyen, yaş alışları yüksek ananenin tutumu yine haş biçimi. Ve gider-ayak yaşamı ıskaladım ı acaba sorusunu seyirciye sordurtur? Öyle ömründe hiç aşık olmamış biri bir tabur erkekle yatsa yahut tam tersi tatmin olur mu?
Aşk’n paha biçilemez değerini artık ölüme giden ayaklarının çaresizliğinde, şiirlere ve yazıya sıkışıp kalmış hayallerinden “kelimeler” olarak gösterir.
Ve aynı zamanda kendisinin yetiştirdiği ve para ile sadece çalışmaya odaklı, bir nevi erkekleşmiş dünyasında herhangi bir sevgi tılsımı alamadığı annesinden uzakta, Jean’n annesini gösterir.
Sentez olarak kendi var oluş hikayesini genlerinden ve “ben de varım” deyişini ise tüm insanlığı kapsayarak sunmak ister, yönetmen.
FLASHDANCE
Filmin kırılma anı; anane ile anne arasında ki diyalogda geçen,1983 yapımı Flashdance Filmini ananenin, anneye izlemesine neden izin vermediğini açıklaması ile genişler. Jean’n (Johanne) film boyunca elinde tuttuğu kedi şeklinde flash bellek de bunun devamdır.
Köpek değil de neden kedidir? Çünkü itaat etmeyen, kendi istediğini yapan, sadece canı istediğinde hareket eden kedidir. Burada Jean’n yaratılış yahut öz tarafımız ile doğru orantılıdır. Hakikat kendi olmaktır. Kalıplardan uzakta ve dayatılanlardan mesafeli.
O yüzden filmin en başında “kitaplar, benim ben olmamda ne kadar etkili?” sorusu, sistemlere ve öğretilenlere rağmen gerçek bir var oluş hikâyesidir.
Yani ananem ve annem öyle bakıyor diye, yahut öyle yaşadılar diye öyle yaşamak zorunda değilim. Bir kadını, hem cinsimi sevdim diye artık bir erkeği sevmeyecek, bir daha âşık olamayacak değilim!
Diyen Jean’ın, gelişimine şahitlik ederiz, Oslo’da. Ve tabii ki bu varoluş, birey ve kendini hayatta ne şekilde ifade edeceği ile de bağdaşıktır. Bir yazar için kendi eserinin çekinceleri ve kaygılı ruh haliyle okuyucusu ile paylaşma hali, yine Jean üzerinden verirken.
İnsanın zor zamanlarında yahut bir keşif halinde “yazı yazma” özgürlüğünü –“Şimdi bunları yaşadım, yazdım. Yine âşık olunca yine mi yazacağım” diyerek, yazarlık serüveninde olanlara da göndereme yaparak ki filmin en can alıcı yeridir.
Yazmak, yazabilmek sanatı doğuştan gelen ve hayatınızda, her yaşadığınız kitaplaştırılamaz. Yahut okuyucuya, tasarlanmış, hayal edilmiş olarak sunulamaz. Çünkü eser yaşanmışlıklar değil kendi hayallerindir. Yaşanmışlıklar olursa onun adı “anı/ hatırat” olur. O yüzden yazdıklarını okumaları ve kendilerini anlamaları için ailesine verdiklerinde şaşırırlar.
-Madem bu kadınla bunları yaşamadıysa bu duyguyu nasıl olmuşta vermiştir?- İşte bu da gerçek bir yazarın başarısıdır!
Oslo’da gün ışığından, akşam evrilen ve uzunca merdivenlerden çıkan Jean’ı hayat yolculu ile gösterirken; finalde anane ve sahneye giren erkekler ile tamamlar. Orada ŞAİR Ananenin söylediği ise çok önemlidir.
Çünkü sadece erkeklerin kadınlara açlığı değil bazı kadınlarında yaşayamadıkları/ yahut yaşamak için çırpındıkları- erkek hayallerini- şu sözlerle ifade eder:
-Şimdi şuradan Svenska/İsveçli bir erkek inse, Tanrı gibi-
Ve Tanrıya ulaşamamanın ezikliğinin altını çizer.
Zaten esas olanda bu değil midir?
Tanrıdan uzaksan, her şeyden uzaksın.
Öz, çok önemlidir.
Öz, kendini sever.
Öz, hakikattir.
Ve sevdiğin kadar sevilirsin.
Yine şair ananenin sözleri ile bu güzel filmi tamamlayalım. Çünkü en iyi yazarlar, yazabilmenin lütfü, Yaradan tarafından bahşedilmiş insanlar, böylesi duyguları taşıyabilir. Hayatın her anında işleme koyabilir.
-Freud, Viyana’daki kuşlara bile anlatamamıştır.