İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5444 %0.06
49,6681 %0.03
5.770,25 % 0,30
91.962,65 %-1.177
Ara

Yanan sadece ormanlar değil

YAYINLAMA:
Yanan sadece ormanlar değil

Yusuf Kanlı

Bu yıl yanan ormanlar değil yalnızca. Yürekler yandı, içimiz kavruldu, geleceğimiz gözlerimizin önünde kül oldu.
Bu yaz mevsim normallerinin çok ötesinde bir sıcaklıkla geldi. Meteoroloji uyardı, bilim insanları yıllardır sesleniyor zaten: İklim değişti. Ama değişmeyen bir şey var: İhmaller. Gerekli adımlar atılmadıkça doğanın dilinden anlamayı da, felaketlere hazırlıklı olmayı da öğrenemedik. Her yaz olduğu gibi bu yaz da geç kalındı. Ama bu kez çok daha ağır bir bedel ödedik.

Bayram Eren Arslan ve küllere karışan hayatlar

Yitirdiğimiz gençlerden biri Bayram Eren Arslan’dı. Sadece bir görevli değil, bir evlattı. Hürriyet’in Ankara Bürosu’nda birlikte çalıştığımız Gürsel Arslan’ın oğluydu. Henüz hayata yeni adım atmışken, alevlerin içinde yaşamı söndü. Yazması kolay değil, acıyı tarif etmek hiç değil. Ama susmak, bu kaybı sadece doğanın değil, insanlığın da suçu gibi kabullenmek demektir. Ve biz buna razı olamayız.
Bayram’ın kaybı, 2025’in yüreğimizde bıraktığı en keskin izlerden biri oldu. Onunla birlikte görev başındaki 9 kişi daha Eskişehir Seyitgazi’de can verdi. Türkiye genelinde ise en az 12 can gitti bu yangınlarda. Ormanlar değil, umutlar da kül oldu.

Sayılar gerçeği yansıtmazken

Resmî raporlar, bu yaz 3.181 yangın çıktığını söylüyor. Bunların 1.351’i ormanlık alanlarda, kalanı yerleşim bölgelerinde. Sadece son 10 gün içinde 761 yangın kaydedilmiş. Düşünebiliyor musunuz? Günde ortalama 76 yangın. Bu tabloya bakınca ortada bir afet değil, bir alarm sistemi çöküşü, bir hazırlıksızlık krizi olduğu netleşiyor.
Yanan alan miktarı ise ürkütücü: 80 bin hektardan fazla. Sadece İzmir’de 26 bin hektar. Yanıp kül olan 311 konut, 50 ahır, 4.175 arı kovanı ve binlerce hayvanın ötesinde yanan şey, insan emeği ve doğanın bin yıllık birikimi.

Müdahale değil, tedbir olmalıydı

Yetkililer her seferinde “rekor müdahale”den bahsediyor. Uçaklar, helikopterler, kara araçları ve binlerce personel. Ama biz şu soruyu sormaya devam edeceğiz: Bu kadar müdahaleye rağmen neden her yıl aynı manzara yaşanıyor? Neden yangın öncesinde önleyici hiçbir etkili politika uygulanmıyor?
Her seferinde “yangına müdahale ettik” diyenler, neden yangını önlemeyi düşünmez? Hani yıllar önce “itibardan tasarruf olmaz” diyerek kurulan filolar nerede? Neden yangın söndürme uçağı almak hâlâ lüks sayılıyor? Devletin görevi yangın sonrası taziye mesajları yayınlamak değil, yangının çıkmasını engellemektir.

Bursa yangını: Son uyarı mı?

Cumartesi öğleden sonra başlayan Bursa Nilüfer’deki yangın, ormanların şehir yaşamına ne kadar yakın olduğunu bir kez daha gösterdi. Yangın Uludağ eteklerine kadar yayıldı, kısa sürede kontrol altına alındı ama geride bıraktığı tahribat göz ardı edilemez. Doğanın bir uyarısıydı belki ama biz yine anlamayacağız.
Bursa’daki yangın, İzmir ve Bilecik’teki felaketlerin ardından üçüncü büyük yangın olarak kayıtlara geçti. Artık yangınlar mevsimlik değil, süreklilik kazanan bir risk unsuru. Ve biz hâlâ yangınla mücadelede günü kurtarmaya çalışıyoruz.

Kıbrıs’tan Kaliforniya’ya: Dünya da kavruluyor

Türkiye bu yangınlarla tek başına yüzleşmiyor. 2025 yılı, küresel yangın krizinin yılı olarak tarihe geçti. Kaliforniya’da 28 kişi hayatını kaybetti, zarar 250 milyar doları buldu. Kanada, Şili, Fransa, Japonya, İsrail ve Suriye’de de binlerce hektar kül oldu. Kıbrıs’ın güneyinde yaşanan yangında ise bir yaşlı çift araçlarında yanarak hayatını kaybetti.
Ama bu tablo, bizim ihmallerimizi aklamıyor. İklim değişikliği elbette küresel. Ancak felaketlerin boyutunu belirleyen yerel önlemlerin alınmayışı. Yangının büyüklüğü değil, hazırlıksızlık acının boyutunu belirliyor.

Erhürman’a yönelik saldırılar

Kıbrıs’ta yaşanan yangın sonrası Rum tarafındaki felaket bölgesini ziyaret eden Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri ve Cumhurbaşkanı adayı Tufan Erhürman’ın insani ziyareti bile hedef gösterildi. Ne acıdır ki, yangının dili, dini, etnik kimliği olurmuş gibi düşünenler hâlâ aramızda.
Oysa asıl yurtseverlik, insanın acısına sırt çevirmemekte gizlidir. Gerçek milliyetçilik, insan sevgisinden beslenir. Alevlerin hangi dilde yandığı, hangi dine ait evleri sardığı mı önemlidir; yoksa o yangında yitirilen canların ortak insanlık değerimiz olduğu mu?
Sormak gerekir: İnsan sevgisi olmadan milliyetçilik olur mu?

Yangınların ardında kalan

Yanan sadece ormanlar değil.
Yanan hayallerimiz.
Yanan çocukların geleceği.
Yanan, bu ülkenin duyarsızlıkla ördüğü duvarları.
Ama yine de yeniden başlamak zorundayız. Küller arasında kalan hayatları hatırlamak, yeni bir yaşamı kurmak bizim elimizde. Köylere kitap taşıyacağız, yeniden arı kovanları yerleştireceğiz, yeni fidanlar dikeceğiz. Ama en önemlisi, bu ülkenin vicdanını yeniden yeşerteceğiz.

Bu bir son uyarıdır

Artık hiçbir ölüm “normal” değildir.
Hiçbir felaket “olağan” değildir.
Ve hiçbir ihmal affedilmemelidir.
Bayram Eren Arslan ve onun gibi gençler, bir sistemin çarpıklığına kurban gitmemeliydi. O bir kahramandı. Ama asıl kahramanlık, bu sistemin değişmesini sağlayacak iradeyi göstermekte gizli.
Ya bu anlayış kökten değişecek…
Ya da bir sonraki yangının haberiyle birlikte biz yine aynı ağıtı yazacağız.
Ve unutmayalım:
Bu artık bir doğa olayı değil.
Bu bir ihmaller zinciridir.
Ve eğer değişmezse, bu sadece bir felaket değil, bilinçli bir yok sayışın adı olur: Cinayet.
*

Başkalarının sahnesinde başrol oynamak

Gazetecilik, hakikatin izini süren, gücün karşısında cesurca duran, kalemiyle toplumu aydınlatan bir meslek… en azından öyle olması gerekir. Ne var ki, zaman zaman bu mesleğin etik terazisini kendi çıkarlarıyla tartan, gücü ve görünürlüğü hakikatin önüne koyan figürler de karşımıza çıkıyor. 
İşte o figürlerden birine dair—nezaket sınırlarını zorlamadan—bir eleştiri yapmak istiyorum. Bu kişi, yıllardır meslek ortamlarında ‘zor’ biri olarak tanınır. Kimine göre yırtıcı, kimine göre sadece nobran. Ama ortak kanaat şudur: Onun bulunduğu ortamda hava değişir. Söz kesilir. Sessizlik olur. Ve ardından başlayan monolog, sadece sesi değil, egoyu da yükseltir.
Zamanında, Türkiye’nin en saygın dış temsilciliklerinden birinde görev yapan bir büyükelçiye dair yayılan dedikoduların kaynağı, onun satır aralarında saklıydı. Kulaktan dolma bilgilerle, gerçekliği soruşturulmadan yazıya dökülen özel yaşam detaylarıyla diplomatımıza ve eşine büyük bir işkence yaşattı. Ne zaman ki bir resepsiyon düzenlense ya da bir dış politika makalesi kaleme alınsa, araya mutlaka o diplomatla ilgili sansasyonel bir “bilgi” sızardı. Ne tesadüf ki, bu bilgiler hep o tek kaynaktan çıkardı—doğruluğu şüpheli ama ilgi çekici…
Bazıları bu davranışı “mesleki kıvraklık” diye yüceltti, ama gerçekte yapılan, başka bir insanın itibarı üzerinden kişisel şöhret devşirme çabasıydı. Ne var ki, hakikat eninde sonunda su yüzüne çıkar. Diplomasi ağırbaşlılıktır, ama sabırla gelir o ağırlığın karşılığı.

Diplomatik sahtekârlık

Bir başka akıllara hemen gelen durum ise, bir yabancı şirketin Türkiye’de dolandırılmasıyla ilgili medyada yankı bulan karmaşık dosya. Hani “Çaldımsa Amerikalılardan çaldım” demişti ya bir işinsanı? 
Bu kez başrolde bizzat kendi değildi belki ama, perdelerin ardında görünmeyen bir kuklacı gibi diplomatik yazışmalar arasında koşturan, resmi davetlerde “danışman” olarak arz-ı endam eden bir silüetti. Patronunun arkasında duran değil, önünde yolu açan bir figür. Olay büyüyüp uluslararası bir krize dönüşünce ise ortadan kaybolan ilk kişiydi. Şaşırdık mı? Asla.

Küçükleri ezerken, büyüklerin gölgesine kaçmak

Ne yazık ki bu tür figürlerin en belirgin özelliği, hiyerarşiyle olan tutarsız ilişkileridir. Kendinden genç, yeni başlamış, heyecanlı gazetecilere karşı tavrı tahakküm edicidir. Kimi zaman kıdemsiz arkadaşlarından gelen önerileri kabaca reddeder, kimi zaman basın toplantısında “sen konuşma” diyerek geçlere tahakküme yeltenir. Ancak bir üst düzey yönetici, bakan ya da editör geldiğinde… birden bire, kelimeler özenle seçilir, mimikler yumuşar, o sert duruş yerini yağlı bir zarafete bırakır. Her dönem amirleriyle içli dışlı olmaya, her fırsatta ya doğrudan diyalog içinde, en azından telefon ederek iltifatlarını sunmaya gayret eder. Hem “iş bitirici” hem de “işini bilen” olmakla övünür.
Bu iki yüzlülük, genç gazeteciler için adeta bir öğretidir: “İşte böyle olmamalısınız.”

Her ortamda her konuda en çok o konuşur

Hiçbir konu dışı değildir onun için. Sonradan yama olduğu görevlerde sanki ilk günden itibaren gerçekleştirilen her aşamada büyük emeği varmış gibi, hatta sanki tek başına yapmış gibi konuşur, “Ben yaparım” diye övünür. İklim krizi mi konuşuluyor? Hemen Paris Anlaşması’nın satır aralarına dair anekdotlar başlar. Bütçe müzakeresi mi? IMF ile ilgili unutulmaz (!) bir röportajından alıntı gelir. Basın özgürlüğü mü? Ah, tabii ki kendisinin uğradığı baskılar hemen masaya serilir. 
Elbette karınca kararınca herkesin bir tecrübe dağarcığı vardır ama “Hep ben, yine ben, sadece ben” yaklaşımı narsist bir hastalık değil midir?

Narsizmin ince tül perdesi

İşin en üzücü tarafı ise bu. Bu kişi kendini hâlâ bir misyoner gibi görmektedir. Kendisini “kadın gazeteciliğinin sesi” olarak lanse eder ama çoğu zaman kadın meslektaşlarına en çok zararı dokunan da odur. Onları yarışta geride bırakmak için fırsat kollayan, dayanışma yerine rekabeti körükleyen, “birlik” kelimesini sadece kürsülerde kullanan bir portre.
Yine de onun bu tavrını anlamak gerekir: Çünkü her narsist, aslında görülmek ister. Ve bu görünürlüğü sağlamak için her fırsatı bir sahneye çevirir.
Halbuki, meslek büyüklüğü; kimlerle görüştüğünüzle, hangi diplomata dair ne söylediğinizle ya da kaç resepsiyona davetli olduğunuzla ölçülmez. Edep, başkasının sesini kesmeden konuşabilmekte, konuşulacaksa da nezaketle susabilmektedir.
Bazen susmak, hakikatin en yüksek sesidir. Ama, ne yazık ki herkes duyacak kulağa sahip değildir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *