Kıbrıs: Kaybedilmiş fırsatlar adası
Kıbrıs… Afrodit’in adası, zeytinin anavatanı ve… sonsuz müzakere labirenti. 60 yılı aşkın süredir dünya izliyor, diplomatlar çanta taşıyor, BM Genel Sekreterleri hızla yaşlanıyor ve Kıbrıslılar – hem Rumlar hem Türkler – barış düşüncesine alkış tutarken her öneriyi itinayla reddediyorlar.
Diplomasinin sadakat kartı olsaydı, Kıbrıs çoktan Mars’a bilet almıştı.
İyi haber: Artık sorunun ne olduğunu biliyoruz.
Kötü haber: 1963’ten beri biliyoruz ama hepimiz kolektif inkâr halindeyiz.
1960 cumhuriyeti: Güvensizlik üzerine kurulu ortaklık
1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti sevgiyle değil, yorgunlukla doğdu. Enosis hayalleri, sömürge karşıtı isyanlar ve Türklerin azınlık hakları endişeleri arasında zorla çıkarılmış bir uzlaşmaydı Zürih ve Londra anlaşmaları. Sonuç? Her iki topluma da teorik eşitlik, pratikte kilitlenmiş bir yönetim sistemi.
Ne kadar sürdü?
Üç yıl.
Yani ortalama bir kahve makinesinin garanti süresinden kısa.
1963’te Rum lider Makarios anayasayı değiştirerek Türkleri sistem dışına atmak istedi. Türkler kabul etmedi. Çatışmalar başladı. BM geldi. Cumhuriyet, bebek yaşında yoğun bakıma alındı.
Federal benzeri bu ortaklık modeli 1963’te öldü. Ama sanki hâlâ yaşıyormuş gibi davranıyoruz. Stockholm Sendromu gibi bir şey bu.
1974: Darbe, müdahale ve bitmeyen statüko
1974’te Yunan cuntası Enosis için darbe yaptı. Türkiye, Garanti Anlaşması çerçevesinde müdahale etti. Sonuç: İki bölge, iki yönetim, iki anlatı, ortada bir BM hattı.
Trajik mi? Elbette.
Ama müdahale olmasaydı Türkler sistem dışı değil, harita dışı kalacaktı.
Bugün hâlâ “işgal” diyenlere hatırlatmak gerekir ki, ilk kurşunu sıkanlar Rumlar oldu – hem de Rumlara.
O günden beri Kıbrıs sadece bölünmedi, diplomatik zaman tüneline hapsoldu. Her konferans “son şans”, her sonuç “yeni bir başarısızlık.”
Reddedilenler müzesi
Ben söylemeyeyim, Makaryos ve Kyprianou dönemlerinde Dışişleri Bakanı dahil önemli görevlerde bulunan Nikos Rolandis anlatsın kaybedilen barış girişimlerini… Üstelik hepsi de Rumların Kıbrıs Türkleriyle siyasi eşitliği reddetmeleri sebebiyle... Sadece birkaçınmı hatırlatayım.
- 1975 İki Toplumlu Düzenleme? Rumlar tarafından reddedildi.
- 2004 Annan Planı? Eş zamanlı referandumlarda Türk tarafı %65 oranıyla kabul etti, Rumlar tarafından %75 oranıyla reddedildi.
- 2017 Crans-Montana? Salona girmeden çöktü; tüm isteklerini neredeyse eksiksiz kabul edilmesine rağmen “siyasi eşitlik” konusunu halkına kabul ettiremeyeceği düşüncesiyle Rum lider toplantıya beklenirken kkimseye haber vermeden sabah karanlığında helikopterine bindi, kaçtı.
Ben değil, Rolandis yazdı. 1948’den bu yana sunulan 15 çözüm planının 14’ü Rumlar tarafından reddedildi. Biri, Kıbrıs Cumhuriyeti, kabul edildi ama uygulama safhasında içi boşaltıldı, üç yıl yaşayabildi, Rumlar tarafından rehin alındı.
Reddedicilik olimpiyat olsa, Rum tarafı altın madalyayı yıllar önce alırdı.
Crans-Montana: Bir hayalin resmî cenazesi
2017 Crans-Montana zirvesi, tüm zirvelerin zirvesiydi.
BM, garantörler, iki lider… Hepsi oradaydı. Türk tarafı esnekti: geçişli garantiler, toprak düzenlemeleri, siyasi eşitlik önerileri…
Peki Rum lider ne yaptı?
Harita açılmadan toplantıyı terk etti.
Bu başarısızlık şanssızlıktan değil, niyetsizlikten oldu.
Federasyon Crans-Montana’da öldü. Ama bazıları hâlâ nabız arıyor.
Federasyon: Artık hayalden öteye geçmeyen bir masal
“İki toplumlu, iki bölgeli federasyon” kulağa hoş geliyor. AB salonlarında alkışlanıyor, BM resepsiyonlarında şarap eşliğinde tartışılıyor.
Ama sahada bu model artık sadece acı bir yanılsama.
Neden mi?
Çünkü federasyon için üç temel şart gerekir:
- Karşılıklı güven. (1963’te kaybedildi)
- Ortak vizyon. (Biri eşitlik, diğeri hâkimiyet istiyor)
- Taviz verme iradesi. (Her plan çöpe atıldı)
Her Türk önerisine “bölünme,” her güvenlik talebine “işgal,” her eşitlik talebine “aşırılık” diyen bir tarafla bu iş yürümez.
Bu artık bir barış süreci değil; kötü yazılmış bir tiyatro oyunu.
İki devletli çözüm: Gerçeği kabul etmenin vakti geldi
Bugün Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ın savunduğu iki devletli çözüm, barışa sırt dönmek değil, gerçeklere yüz çevirmemektir.
Türk tarafı bu kararı ne hevesle, ne de kibirle aldı.
Yarım asır boyunca, masa kuruldu, harita çizildi, öneri verildi – hepsi karşılıksız kaldı.
Artık masaya oturmanın değil, ayağa kalkıp gerçeklere göre yeni masa kurmanın zamanıdır.
Zaten fiilen iki devlet var:
- İki dini ayrı halk
- İki ayrı dil,
- İki ayrı meclis,
- İki hükümet,
- İki tümüyle farklı eğitim sistemi,
- İki ayrı kültür var.
Eksik olan sadece dünya haritasına düşmeyen bir etiket: tanınma.
Peki gevşek konfederasyon olmaz mı?
Olabilir. Ama sadece şarta bağlı:
- Tam siyasi eşitlik.
- Ayrı egemen iki ortak devlet, sınırlı yetkili merkezi hükümet.
- Konfederasyon ortağı devletler arasında kapsayıcı iş birliği.
Gevşek konfederasyon, federasyona geçiş değil; iki devletli çözümün diplomatik zarfı olabilir.
Ama kimse Türk tarafına tek egemenlik, ortaklık görünümü altında azınlık statüsü satmaya kalkmasın. O filmi gördük, sonu hep trajik.
Uluslararası toplum: Bebek bakıcılığından seyircilik dönemine
BM, AB, ABD… Hepsi yıllardır barış doğurtmaya çalışıyor.
Ama artık doğum değil, cenaze töreni düzenlenmeli.
- AB, Rumları tam üye yaparken Türkleri dışladı.
- BM, 1974’te ölen efektif Kıbrıs Cumhuriyeti federasyonu her yıl yeniden canlandırmaya çalışıyor.
- Batı, insan hakları vaazları verirken kuzeyi yok sayıyor.
Sonra da “Neden Türkler uzaklaşıyor?” diye soruyorlar.
Cevap net:
Çünkü siz itiyorsunuz.
Tanınma son mu, başlangıç mı?
KKTC’nin tanınması her şeyi çözmez.
Ama şunu sağlar:
- Yeni bir çerçeve,
- Yeni bir diplomatik denge,
- Reddedici tavırların bedeli.
İki taraf sınırlarıyla, onurlarıyla, ticaretle ve karşılıklı saygıyla yaşamayı öğrenebilir.
Bu ayrılık değil; gerçeklik üzerinden birlikte yaşama modelidir.
“Yeter” demeye cesaret göstermek
Soru artık “Kıbrıs birleşebilir mi?” değil.
“Birleşmeli mi?”
60 yıl boyunca samimiyetle denedik.
Ama bir taraf sürekli “hayır” diyorsa, diğer tarafın sürekli “lütfen” demesi barış değil, teslimiyet olur.
İki devlet, tek ada.
Sınırlar olabilir, ama düşmanlıklar olmamalı.
Hayali değil, mümkün olanı kuralım.
Gerçekçilikle inşa edilmiş bir gelecek, nostaljiyle süslenmiş bir enkazdan iyidir.
Çünkü eğer barış hedefse, doğruluk yol olmalıdır.