İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5058 %-0.01
49,6233 %-0.08
5.736,64 % -0,28
92.449,99 %-1.091
Ara

Kötülüğün yeni yurdu

YAYINLAMA:
Kötülüğün yeni yurdu

Psikoloji, hukuk, dinler ve gündelik ahlakın ortak ezberinde kötülük, bireyin içindeki karanlıkla açıklanır. “İnsan kötüdür” denir; kötülük insanın içindedir.

Bugün ise kötülük dediğimiz, bireylerden taşarak sokağın nefesine, şehrin hafızasına, toplumun ortak ruhuna yerleşiyor. Bir kişiden değil, bir çağın içinden akıyor. Kötülük artık tek tek insanların kalplerinde değil; havada dolaşıyor. Bir tür atmosfer.

Sokağa çıktığınızda kime ait olduğunu kestiremediğiniz bir şehir duruyor karşınızda. Şiddetin örgütlendiği, kötülüğün sıradanlaştığı, hayatın görünmez bir karanlık düzene sessizce teslim olduğu bir şehir.

Ülke, adı konmamış bir cinnetin içinde sürükleniyor. Yüksek sesle söylemekten çekinsek de hepimiz hissediyoruz: Bir şeyler bozuluyor, çözülüyor, dağılıyor.

Toplumun, bireyden daha tehlikeli olabildiği zamanlar… Kötülük, şiddet, bir kişinin marazı değil, bir çağın ruhu sanki.

***

Ülkenin dört bir yanından gelen haberler aynı karanlık hikâyenin farklı sayfaları gibi.

Abdullah öğretmen… Kanseri yeniyor, hayata geri dönüyor, 1 hafta sonra o hayatı trafikte karşısına çıkan bir caninin yumruklarıyla kaybediyor. Abdullah öğretmeni öldüren tek başına bir katil mi peki? O yumrukların yolu daha önce kesilmemiş cezalarla, görmezden gelinmiş suçlarla, ödüllendirilmiş kötülüklerle zaten döşenmişti. Bir insanın şiddet uygulama cesaretini betonlaştıran şey, çoğu zaman sistemin ona “bir şey olmayacak” diye fısıldamasıdır.

Bursa’da hava almak için eczanenin kapısına çıkan genç bir kadına saldıran, onu kıyafetlerinden çekiştirip yere yatırmaya çalışan adamın on ayrı suçtan kaydı olduğu öğreniliyor. Uyuşturucu etkisinde olduğunu söyleyip halüsinasyon gördüğünü iddia ediyor. Yanındaki arkadaşının da dokuz ayrı sabıkası var ve serbest bırakılıyor.

Çocuklar kayboluyor, kaçırılıyor, öldürülüyor. Hukuk, 8 yaşındaki Narin’in öldürülmesinden sonra bir köyün duvar gibi yükselen sessizliği karşısında aciz kalıyor. Devlet, bir avuç insanın örgütlü yalancılığına, bir köye yeniliyor. Narin Güran cinayeti (ve benzerleri), bir adli vaka değil; toplumsal yapının çöküşünü işaret eden tarihsel anlardır. Doğu ve Güneydoğu’nun kapalı aşiret kültürlerinde bireyin bir değeri yoktur; değer aileye, aşirete, “namusa” aittir. Bu kapalı düzeni lekeleyen biri varsa öldürülür; güçlü biri yaptıysa susulur, şahitler susturulur. En nihayetinde suç artık bireyin değil, topyekûn bir topluluğun eseridir. İşte kötülüğün toplumsal yüzü tam olarak budur.

Lümpen dayanışmaların, vasıfsız ama kararlı bir örgütlenmenin devletin üzerine çıkabilmesi…

Kötülük artık tek bir biçime sıkışmıyor. Kendine her yerde yeni bir beden buluyor: Bazen bir sokak kavgasında beliriyor, bazen bir kadının varlığına yönelen saldırıda, bazen de bir köyün sessizliğine sinmiş örgütlü yalancılıkta. Nereden geleceği, hangi kılığa bürüneceği, kimi bulacağı belirsiz.

Başakşehir’de otuzdan fazla öğrencinin bir ortaokul kantininden aldıkları yiyeceklerle hastanelik olması, “ihmal” denen masum bir kelimenin ardına saklanamayacak acı bir gerçeğe işaret ediyor: Denetimsizliğin ölümcül gücü… Kötülüğün başka bir biçimi… Kontrolsüzlüğün, “nasıl olsa bir şey olmaz” kültürünün sessiz ama ölümcül versiyonu. Yıllardır biriken yapısal boşlukların, en savunmasız olanları bile koruyamayacak kadar büyüdüğünün kanıtı.

Dört kişilik bir aile, gezmeye geldikleri İstanbul’da hayatını kaybediyor. Aynı karanlık zincirin bir başka halkası. Olayın kendisini konuşmak yerine midye mi suçlu, kokoreç mi, kumpir mi, yoksa ilaçlama şirketi mi diye birbirine giren insanlar görüyoruz. Yine aynı günlerde içtiği kahve yüzünden yoğun bakıma kaldırılan kişi. Her biri tekil gibi görünse de aynı karanlık zemine bağlanıyor. Mesele, yıllardır denetimsizliğin biriktirdiği risklerin artık gözle görülür biçimde insan hayatına dokunuyor olması.

Hayatları asıl tehdit eden şeyin, midye ya da kokoreç değil; kime sorumluluk yükleyeceğini çoktan unutmuş bir sistem olması.

Sistemin kendisi insanlara karşı çalışıyor! Çürüme yalnızca gıdada ya da hizmette değil; devletin en temel reflekslerinde, en sıradan denetim mekanizmalarında bile kendini belli ediyor. Kötülük artık tek bir biçime sıkışmıyor; koşullara göre şekil değiştiriyor, her defasında başka bir kanaldan hayatın içine sızıyor. Aynı kökte birleşen farklı olaylar, bize bireysel kusurlardan çok daha büyük bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor: işlevsizleşen kurumların, dağılmış sorumluluk zincirlerinin ve kimsenin sahiplenmediği bir düzenin ürettiği yaygın bir çürüme haliyle.

Adana’da sahte kimlikle yıllarca kaçak yaşayan bir hükümlünün, iki cinayetten kesinleşmiş 36 yıl hapis cezası olmasına rağmen yedi kitap yayımlaması, konferanslar vermesi, imza günleri düzenlemesi… Bu, bireysel bir kurnazlığın hikâyesi olamaz; sistemin çürümüş duvarlarının arasından rahatlıkla sızan kötülüğün hikâyesi olabilir ancak. Bir cinayet hükümlüsü sahte kimlikle kültür hayatına dahil olabiliyor; yıllarca hiçbir denetim mekanizmasına takılmadan dolaşabiliyor. Bu manzara, kötülüğün kişisel bir sapma değil; kurumların zafiyetiyle el ele yürüyen bir düzen olduğunu açıkça gösteriyor.

Son dönemde İstanbul’da görünürlüğü iyiden iyiye artan yeni nesil çeteler, kötülüğün artık organize bir toplumsal yapı haline geldiğinin işaretini veriyor. Veriler, çete faaliyetlerinin yoğun olduğu bölgelerde ekonomik entegrasyonun düşük olduğunu, eğitim seviyelerinin zayıf, sosyal hareketliliğin sınırlı, temel hizmetlere erişimin eşitsiz olduğunu söylüyor. Yani şiddet ve kötülük sadece bireysel öfkenin değil; toplumsal dışlanmanın, yoksulluğun, umutsuzluğun ve devletin geri çekilmesinin ürettiği bir organizma gibi büyüyor.

Yapısal şiddet; denetimsizlikte, cezasızlıkta, ucuz üretimde, göz göre göre yapılan ihmallerde. Kadınların sokakta saldırıya uğramasında, çocukların zehirli gıdaya maruz kalmasında, bir ailenin tatilde ölümle yüzleşmesinde, cinayet hükümlüsünün yıllarca kültürel alanlarda dolaşabilmesinde, çetelerin yoksulluk mahallerinde kök salmasında. Bir felaket olduğunda sorumluların bulunamamasında. Ve herkesin evinden çıkarken duyduğu “bugün sıra bende mi?” korkusunda.

Bir mekanı kapatabilirsiniz, bir ürünü toplatabilirsiniz, birkaç kişiyi gözaltına alabilirsiniz; ama ölen insanları geri getiremezsiniz. Koca bir topluma sinen güvensizlik hissini, her kapının ardında pusuda bekleyen tedirginliği, hiçbir karar metni silemez. İşini yapmayan yöneticiler, onları korumak için kötülüğü normalleştirenler, “bana dokunmasın” diye kafasını kuma gömenler… Bütün bu zincir, yapısal şiddetin görünmeyen ama öldürücü gövdesini oluşturuyor.

Yukarıda da söylediğmiz gibi;bugün kötülük, bireyin içinden değil; toplumun içinden akıyor.

Ama birilerine sorsanız hâlâ hiçbir sorun yok. Kafeler kalabalık, AVM’ler tıklım tıklım, trafikte herkesin altında bir araba var… Oysa bir toplumun sağlığı, dolu masalarla değil; adalet duygusuyla, kurumlarına duyduğu güvenle ölçülür. Eğer insanlar “başıma bir şey gelirse yanımda kim var?” sorusuna cevap bulamıyorsa, o kalabalık kafeler refahın göstergesi değil, çöküşün üstüne serilmiş ince bir vitrin olmaktan öteye geçemez.

Şiddete, kötülüğe uğrayan herkesin karşısında, tek başına bir fail yok artık; sistemin adaletsizliğinden, cezasızlığından güç alan görünmez bir gölge var. Çürüme o kadar ilerlemiş durumda ki, sistem kendi başına şiddet üretir hale geliyor.

Denetimsizlik, bir yapısal şiddet biçimidir.

Yoksullaşma, yapısal şiddettir.

Ucuz ve güvensiz üretime mahkûm eden çalışma düzeni, yapısal şiddettir.

Kurumların koruyucu görevlerini yapmaması, yapısal şiddettir.

Bu tür şiddet çoğu zaman yumruk gibi görünmez; sessizdir, renksizdir, gündelik hayatın içine sinerek ilerler. Kendini fiziksel saldırıda değil, önlenebilir zararlar üzerinden gösterir: Zehirli gıdalarda, güvensiz sularda, kontrolsüz mekanlarda, cezalandırılmayan suçlarda, göz göre göre işlenen ihmal zincirlerinde.

Kötülük artık bir kişinin paçalarından akmıyor; boş bırakılan bütün kurumlardan, ertelenen bütün adaletlerden, görmezden gelinen bütün sorumluluklardan akıyor.

En büyük soru, hâlâ sessizce yerinde duruyor:

“Bizi kim koruyor?”

Kötülüğün bu kadar kolay dolaşabildiği bir yerde, kötülüğün kendisinden daha büyük bir tehlike vardır çünkü; ona alışmak.

 

Sadık ÇELİK

[email protected]