Bunlar Bize Reva Mı?
19 Mart günlerinden miras kalan bir alışkanlığım var; sabah mahmurluğuyla sosyal medyayı, içgüdüsel bir endişeyle, kolaçan etmek. Çevremden de gördüğüm kadarıyla bu alışkanlığı edinen tek kişi ben değilim.
İmamoğlu’nun bir “şafak operasyonuyla” gözaltına alınmasını takip eden süreçten bugüne aslında, Türkiye siyaseti için hatırı sayılır denebilecek bir süre geçti. Gündemimiz sayısız kez takla attı, sosyal medya “gözaltına alınıyorum” postlarıyla doldu, ülkenin önde gelen gazetecileri anlamsız soruşturmalarla gözaltına alındı veya tutuklandı, repostlar nedeniyle insanlar şafak operasyonuna maruz kaldı…
Sadece ben mi böyle hissediyorum bilmiyorum ama toplum sanki, bitmek bilmeyen bir olağan dışılığın içerisine hapsolmuş şekilde, huzursuzluğunu biriktirerek yaşamaya devam ediyor. Son dönemde gazeteciler veya ayrıcalıksız vatandaşlar öyle enteresan tutuklamalara maruz kaldı ki birçoğumuz yarın öbür gün bu tecrübeleri bizim de yaşayabileceğimiz fikrini içselleştirmiş vaziyette, hayatına devam ediyor. Bu içselleştirme hali, elbette hepimizin yüreğine birer parça korku yüklüyor ve eylemlerimizi daha dikkatli şekillendirmemize neden oluyor ama bu “temkinlilik” söz konusu huzursuzluğu giderek pekiştiriyor.
Bütün bu toplumsal huzursuzluğun haricinde, Devlet Bahçeli’nin ezberlerimizi bozan çıkışının ardından bir yıl geçmesine rağmen, kimsenin hâlâ neler olduğunu anlamlandıramadığı bir “Terörsüz Türkiye” işletilmeye çalışıyor. İktidar destekçisinin “vardır bir bilinen” diyerek kafasını çevirdiği, muhalifinin yanmamak için temkinli yaklaştığı ancak “şeffaflık” vaadiyle kurulan meclis komisyonuna rağmen kamuoyunda kimsenin nereye savrulduğunu anlamlandıramadığı bu süreç, yaşadığı gelgitlere rağmen hâlâ devam ediyor ve açıkçası bir süre daha edecek gibi de duruyor.
Ayrıca güncelliğini koruyan 19 Mart ve Terörsüz Türkiye süreçleri haricinde her gün, yeni bir operasyonla karşılaşıyoruz. Basın kuruluşlarına yönelik soruşturmalar, bahis soruşturmaları, kayyumlar… Artık bunun adına sosyal çürüme mi deriz yoksa başka bir akademik kavramsallaştırmayla bu toplu yozlaşma dalgası için yeni bir etiket mi türetiriz bilmiyorum ama bütün bu “olağan dışılıkların” arasında insan istemsizce şu soruyu soruyor; “Bütün bunlar bize reva mı?”
Belki de Revadır?
Açık konuşalım. Bastırmaya çalışsa da çoğumuz içten içe bugün ülkenin içerisinde bulunduğu durumu “aslında müstahak” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Hatta bilineceği üzere bu düşünce sosyal medyada bazı muhalif çevrelerin sürekli dolaşıma soktuğu şu Churchill alıntısıyla sloganlaşmış vaziyette; “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir”.
Yazının devamında kısa bir internet araştırmasıyla Joseph de Maistre’ye ait olduğunu gördüğüm bu sözün söylenme gerekçeleriyle ilgili bir çerçeve çizmeyeceğim. Aksine bugünün politik konjonktüründe “her millet layık olduğu şekliyle yönetilir” sloganının beynimizin içinde nasıl yankılandığını tartışmaya çalışacağım.
Söz konusu sloganı paylaşarak; elitist bir bakış açısıyla, toplumdan kendimizi veya kendi bulunduğumuz grubu soyutluyor, belirli bir zümreyi aşağılıyor veya değersizleştiriyoruz. Daha basite indirgemek gerekirse bu düşünce şekliyle ülkenin içerisindeki bulunduğu halden duyduğumuz memnuniyetsizliği, kendimizi soyutlayarak bir başka grubun hatalarına atfediyoruz. Yani “köydeki çobanı” başkalaştırarak kendimizi bugünün sıkıntılı politik ikliminden soyutlamaya çalışıyoruz.
Açıkçası hayatımın hiçbir noktasında bu düşünceyi veya bu düşünceyi imleyen herhangi bir fikri savunmadım veya içselleştirmedim. Ancak zaman zaman içime düşen umutsuzluk seanslarında bu fikrin cazibesinden etkilenmediğimi söylemeyecek değilim. Neticede elimizde olmayan meseleler nedeniyle huzursuzlandığımız noktalarda suçu başkasına atmak biraz kolaya kaçan, insani bir eğilim.
Ancak bu düşüncenin çeşitli açılardan sorunlu olduğunu düşünüyorum. Zira suçu başka toplumsal grupların yetersizliğinde arama fikri insanı kısa vadede rahatlatsa da uzun vadede daha ciddi bir umutsuzluğa, apolitikliğe ve belki de nihilizme sürüklüyor. Evet, ülkemize dair küçük dünyalarımızda yarattığımız tozpembe ütopyalar hiçbir zaman gerçekliğe dönmeyecek ama bu bilinç düzeyine erişmenin sonucu içerisinde doğup büyüdüğümüz toplumdan bir kopuş mu olmalı?
Bir milletin gerçekten layık olduğu şekilde yönetileceği önermesini bütünüyle kabul edelim. Bugün yaşadıklarımızı bize müstahak sayalım, sağda solda yaşanan haksızlıkların ihalesini tamamen başkalarına yıkalım; yaşamlarımızı gündelik hayatın monotonluğuna veya etliye sütlüye karışmayacak entelektüel faaliyetlere veya kişisel kariyer hedeflerimize adayalım. Bu noktada hayat tarzımızı ve düşünce şeklimizi bizzat etkileyen, içerisinden çıktığımız ve bir ferdi olduğumuz topluma yönelik yaptığımız eleştiri bizi de kapsamış olmaz mı? Günün sonunda biz de hak ettiğimiz gibi yönetilmiş olmuyor muyuz? Ayrıca iktidar çevrelerinin politik rantına bilfiil ortaklık etmiyor olsak da onunla ilişki içerisinde bulunanlar zümrelerden ne kadar kaçabiliyoruz?
Belki de Reva Değildir?
Bir de madalyonun öbür yüzünü ele alalım. Bugün yaşadığımız hiçbir sorunun, çürümenin, yolsuzluğun, huzursuzluğun bütünüyle siyasal elitlerin neden olduğunu savunan düşünceyi ele alalım. Toplumumuzu bir kahraman gibi görelim, onun hiçbir suçunun olmadığını savunalım ve bütün ihaleyi entelektüellerimize, zenginlerimize, bürokratlarımıza, politikacılarımıza bırakalım. Bütün bu yaşananlar onların şuursuzluğunun doğal bir neticesiymiş gibi yaşayalım hayatlarımızı. Hatta bu milletin Kurtuluş Savaşı’ndaki olağanüstü azmine atıflar yapalım, Anadolu irfanına da methiyeler dizelim.
Bu noktada -en azından ben- şu sorunsalın girdabına kapılıyoruz; “Yahu iyi hoş da bu siyaset kurumu ve bu kurumu işgal edenler, gökten mancınıkla mı indirildi?”
Toplumsal yaşantımız, düşünce şekillerimiz, tarihsel belleğimiz ve bunlara benzeyen birçok kavramı; politik tutumlarımızı belirleyen normlar bütününden ve dolayısıyla siyaset kurumundan ne kadar bağımsız ele alabiliriz? Yaşadıklarımızın hepsi siyasetçilerin halt etmesiyle, bu siyasetçileri içinden çıkaran ve onlara bizzat kutluk vererek başımıza getiren bizlerde hiçbir kabahat yok mudur?
Bunlar Bize Reva mı?
Yazı boyunca gündelik yaşamımızda karşılaştığımız iki düşünme kalıbını biraz karikatürize ederek ele almaya çalıştım. Çünkü -özellikle muhalif görüşlülerin- bir türlü sonlanmayan bu olağan dışılığın içerisinde kendilerini siyasetin gündeliğinden hayatın gündeliğine atabilmeleri için, benzer güdülerden beslenen bu iki karşıt düşüncenin çeşitli varyasyonlarına sarılabildiğini gözlemliyorum.
Repost atmanın bile gözaltı nedeni olduğu bugünün Türkiye’sinde insanların renklerini fazla belli etmeden yaşamaya devam etmelerini anlayabiliyorum. Veya kendisini riske atabilecek feraseti gösterebilenlerin de yakın çevrelerinin başına bir iş açılabilir endişesiyle kendilerini neden geri çektiğini anlayabiliyorum. Ancak konforlu alanlarından kafasını dışarıya çıkaramayanların, kendi ölçülerinde belirli bir cesareti gösterebilmişlerin çabalarını basitleştirmesini onaylayamıyorum.
Bugün Türkiye’de siyasetin sloganlara sıkıştığını, insanların rasyonellikten uzaklaştığını, seçmenlerin nefret ve kutuplaşma ekseninde ehvenişere yöneldiğini hepimiz biliyoruz. Naçizane hiçbir siyasi parti tabanının oyunu emanet ettiği siyasileri koşulsuz bir güvenle desteklediğini sanmıyorum.
Peki konumuza gelelim, bu yaşadıklarımız biz sıradan yurttaşlara reva mıdır? Biz gerçekten bunu hak ediyor muyuz?
Evet, biraz hak ediyoruz. Hak ediyoruz çünkü bugüne bir günde ulaşmadık. Hak ediyoruz çünkü bizi temsil eden siyasetçileri yeterince yormadık, başıma bir iş gelir güdüsüyle sivil toplumda örgütlenmekten imtina ettik ve yirmi üç yıllık bir iktidara karşı eleştirilerimizi reaksiyoner bir ajandayla oluşturduk. Tekrardan iktidara gelebilmek için değerlerimizden ödün vermemiz gerektiğine inandırıldık. Oysaki miras aldığımız değerlerden yeni bir gelecek telakkisi oluşturamadığımız için insanları ikna edemedik. Evet, bu yaşananlar bize biraz reva çünkü iktidarın kutuplaştırma kampanyasına meze olduk, kendimizi bile inandıramayan ittifak modellerinin peşinden umut devşirdik.
Ve hayır, biraz da hak etmiyoruz. Yüz yılını aşmış cumhuriyetin doğrularıyla yanlışlarını değerlendirdiğimizde, bu topraklarda gerçekten insani emeller uğruna mücadele etmiş bütün figürleri düşündüğümüzde, bunları biraz da hak etmiyoruz. Yüz üçüncü yılına doğru giden cumhuriyetin vatandaşları bu haksızlıkları, yolsuzlukları, yoksullukları, beceriksizlikleri ve eşitsizlikleri yaşamamalıydı. Siyasetçileri kim olduklarını ve kimden oy aldıklarını unutarak kendi çıkarları uğruna bu kadar makyavelist davranmamalıydı. Biraz utanılması, biraz merhametli olunması, biraz da adil olunması gerekirdi.
Bana soracak olursanız bugünler, mevcut rejimin nereye savrulduğunu yeterince iyi analiz edemeyen ve siyaseti “kirli bir alan” olarak yorumlayarak konfor alanından ayrılmayan biz yönetilenlerle, kendilerine açtığımız alanları yozlaşarak değerlendiren yönetenlerin ortak eseri. Bu ağır gerçekliği hazmetmek ise bir ödev formunda, masalarımızın üzerinde duruyor.
Son olarak umutsuzluğa kapılmamak ama gerçeklikten de kopmamak gerekiyor. Türkiye iyi bir yere savrulmuyor ve bu durum toplumun bütün zümrelerine meşrepleri ölçüsünde kaçamayacağı belli başlı ödevler yüklüyor.
Sonumuzun aydınlık olması dileğiyle.