Kadınlara savaş dönemlerinde yüklenen misyonlar: Cephe gerisindeki kadın işgücü
Savaş, toplumun bütün dinamiklerini köklü bir şekilde dönüştüren bir olgudur. Bu dönüşümün en önemli boyutlarından biri ise kadınların üstlendiği rollerde gerçekleşmektedir. Geleneksel çerçeveden bakıldığında ev ve aile ile ilişkilendirilen kadınlar, savaşın getirdiği olağanüstü koşullar altında kendilerini cephede ve cephe gerisinde hayati öneme sahip roller üstlenirken bulmuşlardır.
Kadınların savaşta oynadığı rolleri, birbirinden bağımsız olmayan fakat farklı şekillerde sınıflandırılabilecek dört ana kategoriye ayrılabiliriz:
Doğrudan çatışma ve silahlı direnişe katılım: Toplumsal cinsiyet normlarını yıkarak doğrudan çatışmalara, gerilla savaşına ve askeri komutanlık görevlerine aktif katılımdır. Bu, en görünür ve geleneksel rollere meydan okuyan katılımdır.
Askeri destek ve üstlenilen yardımcı roller: Resmi askeri güçler içinde hemşirelik, lojistik ve istihbarat gibi muharip olmayan destek pozisyonlarında görev almayı içermektedir. Bu roller, kadınların ordunun bir parçası olarak kabul edilmesinin ilk adımıdır adeta.
Cephe gerisinde gerçekleşen seferberlik: Savaş makinesini ayakta tutmak için gerekli olan üretim, tedarik, yardım ve işgücü faaliyetlerini kapsayan sivil çabalardır. Kadınlar, bu süreçte savaş mücadelesinin "görünmez belkemiği" haline gelmektedirler.
Sosyal ve politik katalizörlük işlevi: Kadın örgütlerinin, ulusal krizi bir sosyal değişim unsuru olarak kullanarak haklar için savunuculuk ve reform çalışmaları gerçekleştirmesidir.
Gerek doğrudan çatışma ve silahlı direnişe katılım olsun, gerekse askeri destek ve yardımcı rol üstlenme olsun Türk kadını bu çabaların en güzel örneklerini vermiştir.
Eşinin şehit düşmesinin ardından Atatürk’ten izin alarak 300 kişilik milis birliği kurmuş ve yönetmiş Kara Fatma da, ünlü bir edebiyatçı olmasına rağmen Kurtuluş mücadelesinde cephede yer almış Halide Edip Adıvar da, savaşa katılma uğruna saçlarını kazıtıp erkek kılığına giren Halime Çavuş da, cepheye mühimmat taşırken bir kağnının başında donarak şehit olan Şerife Bacı da bu savımızı kanıtlamaktadır.
Yazımda bahsetmek istediğim kısım ise; kadınların savaş meydanlarında gerçekleşen mücadelelerini anlatmaktan çok cephe gerisinde üstlendikleri misyonlar ve işgücüne katılımları.
Anneler: Devlet İçin ‘En Değerli Meta’nın Üreticisi
Eril şiddetin kışkırtılarak devletin hizmetine sokulduğu savaş dönemleri aynı zamanda kadınlığa ve erkekliğe dair cinsiyetçi klişelerin de yeniden üretildiği zamanlardır. Erkeklerden savaş faaliyetini yürütenler olmaları istenirken, kadınlardan da cephe gerisinde savaşı maddi ve manevi düzeyde desteklemeleri beklenir.
Savaş dönemlerinde kadınlara yüklenen en belirgin ve öncelikli misyon anneliktir. Bu rol, kadınların öncelikli vatani görevi ve ulusal kimliklerinin temel bir parçası olarak tanımlanır. Erkek çocuklarını doğurmak ve onları asker olarak yetiştirmek, kadınların savaşa en gözle görülür katkısıdır. Yani kadınlar, devlet için ‘en değerli metayı’ üreten kişiler olarak görülmektedirler. Kadınlara; vatan toprağına bağlı, düşmana karşı savaşmaya hazır, bedenen ve mental olarak güçlü erkek çocuklar yetiştirme sorumluluğu verilmiştir. Devletler ve yönetici elitler tarafından annelere; oğullarının ardından yas tutmamaları, şehitlikleriyle gurur duymaları ve acılarını vatan sevgileriyle örtmeleri telkininde bulunulur. Savaş dönemi edebiyatında, oğlunun şehit olduğunu haber alan anneye “Şehide ağlamak günahtır” denilerek acısını bireyselleştirmesinin önüne geçilir. Bireysel acı, “düşman” ulusu hedefleyen bir intikam arzusuna dönüşmüştür artık.
Zorunlu Entegrasyon: Cephe Gerisindeki İşgücü
Savaş, sadece cephede verilen bir mücadele değil, yanı sıra toplumun ekonomik ve sosyal yapısında köklü dönüşümlere yol açan bir olgudur. Erkek nüfusun cephelere gitmesi, sivil işgücünde büyük bir boşluk yaratmış ve geleneksel olarak ev içi rollerle sınırlı kadınların, ekonomik faaliyetlerin merkezine doğru ilerlemesini zorunlu kılmıştır.
Kadınların işgücüne katılımı, pasif bir destekten öte savaşın devamı ve toplumun ayakta kalması için vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir. Bu sayede kadınlar becerilerini ve yeteneklerini daha önce kendilerine kapalı olan alanlarda sergileme şansı bulmuşlardır.
Birinci Dünya Savaşı’nda memurluk, gıda ve dokuma sanayisi gibi pozisyonlar kadınlar için yeni iş imkânları doğurmuştur. Savaşın getirdiği ekonomik zorunluluklar, geleneksel işgücü normlarını geçersiz kılmış ve devleti, kadınları daha önce "uygunsuz" görülen mesleklere dâhil etmeye mecbur bırakmıştır.
İkinci Dünya Savaşı, "topyekûn savaş" niteliğiyle kadınların işgücüne katılımını küresel ölçekte en üst seviyeye çıkarmıştır. Kadınlar; ABD'de mühimmat, uçak, tank ve gemi üretiminden, Japonya'da kömür madenleri ve çelik işlerine, Almanya'da ise tarım faaliyetlerine kadar birçok hayati görevi üstlenmiştir.
Kurtuluş Savaşı'nda ise kadınlar, ev içi ekonominin sürdürülmesi dışında, ordunun silah ve erzak ihtiyacını karşılamak için sırtlarında ve kağnı arabalarında mühimmat taşıyarak savaşın lojistik bel kemiğini oluşturmuşlardır.
Toplumsal Algıdaki Dönüşüm ve Kazanımlar
Savaş koşulları, kadınların çalışmasını bir zorunluluk haline getirmiş ve toplum tarafından artık bir "ahlaksızlık" olarak görülmemesini sağlamıştır. Bu ani ve mecburi dönüşüm, bazıları tarafından "kadınlık aleminde elli senede vücuda gelemeyecek olan bir tekamül" ve hatta bir "kadın inkılabı" olarak nitelendirilmiştir. Bu zorunlu entegrasyon, kadınların bu işleri yapabileceğini pratik olarak kanıtlayan güçlü bir emsal oluşturmuş; yeteneklerini ve toplumsal katkılarını görünür kılarak savaş sonrası dönemde daha fazla hak talep etmeleri için bir zemin hazırlamıştır. Örneğin, 1916'da kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi gibi kurumlar, savaşta eşlerini ve oğullarını kaybeden Müslüman kadınlara "namuslarıyla" çalışıp geçimlerini sağlama imkanı yaratmayı amaçlamıştır.
Savaş dönemlerinde kurulan yardım dernekleri ve cemiyetler, kadınlara birlikte çalışma, para toplama, bütçe yönetme ve kurum idare etme gibi konularda paha biçilmez deneyimler kazandırmıştır. Ayrıca, propaganda afişleri ve dönemin militarist söylemi, kadınların rollerini şekillendirirken, kadınlar bu söylemi kendi hak mücadeleleri için bir araç olarak kullanmışlardır. Yeni nesilleri yetiştirme görevini üstleniyorlarsa aile içinde daha fazla söz hakkına sahip olmaları gerektiğini, hatta "ailenin 'reisi' kadın olmalıdır" görüşünü dile getirmişlerdir.
Savaş koşulları, kadınların potansiyellerine dair algıları da değiştirmiştir. Gerekirse cephede erkekler gibi vatanı savunabilecekleri fikri, Jeanne D'Arc ve Kara Fatma gibi "kadın savaşçı" figürleri üzerinden sembolik olarak gündeme getirilmiştir. Bu gelişmeler, kadınları geleneksel olarak sınırlandıkları özel alandan çıkararak kamusal alanda daha görünür kılmıştır.
Sonuç olarak, savaş dönemleri kadınlar için büyük acılar ve zorluklar getirmiş olsa da, bu süreçte verdikleri mücadeleler onlara çalışma hayatına katılma, eğitim olanaklarını genişletme, kamusal alanda görünür olma ve siyasi bilinç kazanma gibi önemli kazanımlar sağlamıştır. Cumhuriyet'le birlikte elde edilen hakların önemli bir kısmı, aslında bu mücadelelerin birikimi üzerine inşa edilmiştir; ancak bu mücadele tarihi sonraki dönemlerde kasıtlı olarak görünmez kılınmaya çalışılmıştır.