Seçim ve yönetimde ciddiyet
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde seçim yaklaştıkça siyasetin renk paleti daralıyor: Büyük vaatler, büyük nutuklar, büyük kavramlar… Ama insanlara sorunca çıkan sonuç şaşırtmıyor: Halkın gündemi iki kelimeden ibaret değil; “iki devlet” ya da “gevşek federasyon” tartışmaları değil, mutfağa giren fırın, cebine giren maaş, akşam evine nasıl döneceği. Neden mi? Çünkü günlük hayatın çarkı kırılmış; hayat pahalılığı, ithal enflasyon, artan suçlar ve sınır güvenliğindeki akıl almaz gedikler insanları siyasetin yüksek perdeli söylemlerinden çok daha fazla ilgilendiriyor.
Siyasetçiler hâlâ “büyük resmi” ya da siyasi retorikleri tartışırken vatandaş markette küçük hesaplarla uğraşıyor: Elektrik faturası, çocukların okul masrafları, yakıt, ekmek… Bu somut sorunlar, soyut söylemlere nazaran daha acil ve daha kişisel. Seçmen bir adayın “tarihi” söylemlerinden ziyade “yarın çocuğumun ekmeği var mı?” sorusuna cevap istiyor. Bu yüzden de sahada oy toplama metodları değişiyor: Şovdan ziyade güven, laf değil icraat talep ediliyor.
Ercan’dan kaçakçılığa: Günlük hayatın trajikomik halleri
Bir ülkenin güvenliği, sınırlarında başlar. Ercan Havalimanı’nın ülke için ne ifade ettiğini bilmeyen yok. Ancak son dönemde duyduklarımız insanın midesini kaldırıyor: Ercan’dan organize ettiği anlaşılan bir çeteyle, göçmenlerin hukuki işlemleri atlanarak ülkeye sokulması, karşılığında para alınması… Bir muhaceret memurunun bu şebekenin içinde olduğu iddiası, üç ayda elliyi aşkın kişinin geçirildiği söylentisi… Eğer bunlar doğruysa, sadece yasa dışı değil, ahlaken de utanç verici bir tablonun kanıtı.
Bu olay bir örnek. Girne’de TIR’lara saklanarak geçmeye çalışanlar, limanlarda ve kara giriş noktalarında tespit edilen benzer vakalar… Peki, Girne’de bir ölüm yaşanmasa kim bilir hangi satırlar arasında kaybolup gidecekti? “Rüşvetle üstü kapatıldı” iddiaları, “ağabeylerin emriyle” örtbas edildiği hikâyeleri bu ülkenin kanayan yaraları haline gelmiş durumda. Bunun siyasi maliyeti ise sandığa yansıyor: Vatandaş, büyük söylemlerden çok “burayı kim idare ediyor?” sorusuna yanıt arıyor.
Delik deşik bir sistemin faturası
Bir memurun rüşvete açık olması, bir sınırın “delik deşik” olması tek tek vakalar değildir; sistemin özensizliğinin, denetimsizliğinin, liyakat eksikliğinin göstergesidir. Sınır güvenliğini sağlayacak insan kaynağına yatırım yapılmamışsa, dijital ve fiziksel altyapı zayıfsa, denetim mekanizmaları çalışmıyorsa sonuç budur: Suç örgütleri, insan kaçakçıları ve bürokrasinin içindeki yozlaşma köşeyi döner.
Peki bununla mücadele etmek niye seçimin konusu olsun? Çünkü devlet yönetiminde ciddiyet denen şey, sadece büyük politikalarda değil, günlük güvenlikte ve adaletin işletilmesinde ölçülür. Bir ülkenin hava, kara ve deniz girişleri sağlamsa, ekonomik güvenlik ve toplum huzuru da o nispette olur. Diğer taraftan, bu alanlarda yaşanan çöküşler ekonomiyi, toplumsal düzeni ve uluslararası itibarınızı yerle bir eder.
Seçim ve “geçici” anayasal düzenin trajikomikliği
Daha vahimi, bu ülkenin bazı idari kurguları hâlâ “geçici” diye adlandırılmış maddelere yaslanıyor. Örneğin itfaiye ve polis teşkilatlarının, teknik olarak İçişleri Bakanlığı yerine Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığına bağlı olması gibi düzenlemeler… 1983’ten bu yana “geçici” olan bir anayasa maddesinin 42 yıldır yürürlükte kalması, gelip geçen hiçbir iktidarın bu anomaliyi düzeltmeyi düşünmemesi, devlet işlerinde ciddiyetten uzaklaşmanın en çarpıcı sembollerinden biridir.
Bir ülkenin güvenlik aygıtlarının kime bağlı olduğunun belirsizliği, afet yönetiminden sınır güvenliğine kadar her alanda etkin ve hızlı karar almayı zorlaştırır. Yangın çıksa, sel olsa, sınırda krize müdahale gerekse kimin komut vereceği muğlaksa vatandaşın güven duygusu erozyona uğrar. Bu muğlaklık, ayrıca demokratik denetimin zayıflığına da işaret eder. Yönetimde ciddiyet sözcüğü laf olsun diye kullanılmamalı; yapısal reformların, net yetki paylaşımının ve şeffaf denetimin gerekliliğiyle birlikte somutlaştığı bir vaaddir.
Halk kendi sorununa çözüm peşinde
Siyaset kulislerinde çözüm planları, iki devletli, federal, gevşek federal ya da konfederal çözüm talepleri, uluslararası manevralar ve çıkarlar, stratejiler konuşulabilir. Ama vatandaşın önceliği farklı. Her gün yaşanan abuk subuk olaylara şaşırmaktan, adeta bir trajedi-komedi sahnesine dönüşmüş günlük hayatımızdan bıkmış durumda. İnsanların gündeminin ekonomi, güvenlik, adalet ve temel hizmetler olmasının arkasında yatan sebepler açık: Bu temel meselelerin çözülmesi Kıbrıs sorununun çözülmesiyle alakalı değil, günlük yaşamın kolaylaşmasıyla ilgilidir.
Seçmene “federasyon” ya da “iki devlet” gibi sistem tartışmalarını anlatmak, onun evine ekmek girip girmediğini çözmekten sonra gelir. Birinin seçim propagandası yüksek perdeden ulusal tarih ve kimlik söylemleriyle doluysa, diğerinin de aslında günlük hayatı nasıl iyileştireceğini açıklaması gerekir. Aksi halde hangi sistem getirilirse getirilsin, vatandaşın yaşam standardı değişmiyorsa, o sistemin pratik bir değeri kalmaz.
Yönetimde ciddiyet vatandaşa şu somut sözlerle verilebilir: Sınır güvenliğini anında denetleyecek bağımsız soruşturmalar; havalimanı, liman ve kara kapılarında etkin gözetim ve dijital takip sistemleri; muhaceret memurlarının, polis ve gümrük personelinin liyakat ve mali denetimleri; şeffaf atama ve disiplin mekanizmaları; afet ve acil durumlarda yetki belirsizliğini giderecek anayasal düzenleme. Ayrıca hayat pahalılığıyla mücadelede kısa, orta ve uzun vadeli ekonomiye dair gerçekçi planlar.
Bir yönetim ciddiyet sözü verdiğinde, bunu sadece nutuklarda değil, mevzuat değişikliklerinde, bütçe tercihlerinde, denetim raporlarını kamuoyuyla paylaşmakta ve hesap verebilirlik mekanizmalarını güçlendirmekte göstermelidir. Seçimin kazananı kim olursa olsun, bu somut adımlar atılmazsa “ciddiyet” lafta kalır.
Hesap verilebilirlik önemli
Seçim elbette önemli; lider seçmek demokratik bir ihtiyaç. Ancak seçmenin sandığa giderken önceliği “kimin daha iyi büyük söylemler ürettiği” değil; “kimin hayatımı yaşanır kılacağı”dır. Ercan’daki iddialar, sınırların delik deşik olması, geçici maddelerin kalıcılığı; tüm bunlar gösteriyor ki yönetimde ciddiyet bir lüks değil, zorunluluk.
Siyaset sahnesinde şov çok. Oysa bir ülkeyi yönetmek, afiş tasarımıyla, spot reklamlarla ya da ajitasyonla yapılmaz. Oy istemeyi kız istemeye karıştırarak “Bizim aday iyidir” turlarıyla siyaset kanımca çok eskilerde kaldı. Ciddi yönetim, günlük hayatın küçük ve büyük kırılmalarını onarmak, herkese güven veren kurumlar inşa etmek ve adaleti sağlamakla ölçülür. Seçim sonrası cüzdan kolay dolmaz belki, ama yönetimde ciddiyetle atılacak adımlar en azından bu ülkenin vatandaşına “artık şaşırmayacağız” hissini geri verebilir.
Seçim sandığı sonucunu belirleyecek; ama asıl sınav, sandıktan sonra kimlerin gerçekten işe koyulacağıdır. Ve unutmayalım: Bir memurun rüşvete eğilimi, bir sınırın delik deşik olması, bir anayasa maddesinin “geçici” diye kalması; hepsi yönetim zafiyetinin aynasıdır. Bu aynaya bakmak ve azıcık olsun utanmak gerekir — önce siyasetçilere, sonra da hepimize.