Eriş Ülger, Atatürk'ün naaşının 10 Kasım 1953 günü Etnografya Müzesi'nden Anıtkabir'e naklindeki o anları anlattı

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Eriş Ülger, Atatürk'ün naaşının 10 Kasım 1953 günü Etnografya Müzesi'nden Anıtkabir'e naklindeki o anları anlattı
Abone ol
“O zaman 12 yaşındaydım ve Anıtkabir’de ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini okudum”“Önümde o, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, muhalefet lideri İsmet İnönü, Başbakan Adnan Menderes ve bugüne kadar benzerini görmediğim muhteşem bir kalabalık. Sessizlik öylesine derin ve öylesine koyu idi ki, o ucu bucağı görünmeyen kalabalık, sanki nefes almıyordu”.

Hülya Özmen- Muhalif- Özel

Cumhuriyetin kurucusu ve önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı 20 Kasım 1938’de Ankara’ya getirildi. Ankara Garı’nda büyük bir törenle karşılandı. Top arabasına alınan naaşı, merasim alayı eşliğinde, İstasyon Caddesi üzerinden Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) önünde hazırlanmış katafalka konuldu. 21 Kasım 1938 günü 15 yıl kalacağı Etnografya Müzesi’ndeki geçici yerine taşındı.  10 Kasım 1953 günü ise, bugün 7’den 70’e milyonlarca insanın koştuğu ebedi istiharatgahı Anıtkabir’e nakledildi. İşte o nakil sırasında 12 yaşında Eriş Ülger isimli bir çocuk Anıtkabir’de   düzenlenen törende dönemin Cumhurbaşkanı, başbakan ve askerî erkanın önünde ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini” okudu. Ülger, işte o günü ve o tarihi anları Muhalif’e şöyle anlattı:

“10 Kasım 1953 saat 9.05”

Atatürk'ün aziz naaşı, merdivenlerin ortasındaki platformun üstünde, koskocaman bir Türk bayrağının altındaydı.

Ben, Anıtkabir'in merdivenlerini çıkıp da, girişinin tam önüne konan ayaklı mikrofonun başındaydım. Önümde, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, muhalefet lideri İsmet İnönü, Başbakan Adnan Menderes ve bugüne kadar benzerini görmediğim muhteşem bir kalabalık. Sessizlik öylesine derin ve öylesine koyu idi ki, o ucu bucağı görünmeyen kalabalık, sanki nefes almıyordu. Ben arada başımı kaldırıp beni evden getiren, hemen benim yanımda olan ve elimden tutan subay ağabeye bakıyordum. Heyecanımın sınırı yoktu. Avucumun içi terlemeye başlamıştı. Yavaşça, yüzbaşı ağabeyin elinden elimi çektim, işte tam o sırada birden bir "Ti" sesi duydum. O milyonlarca insan bir anda heykel olmuş, zaman da durmuştu. Ne kadar sürdü bu sessizlik, bilmiyorum. Ben, üzerinde kırmızı bir kadife olan taburenin üstünde idim. "Ti" sesi durduktan sonra, hemen yanımdaki yüz başının, başı ile “Hadi” demesiyle başladım”

“Atatürk sayesinde, adam oldum!”

Bugün 81 yaşında olan Ülger, Atatürk çalışmaları ve 40’a yakın kitabıyla tanınıyor. Sabiha Gökçen ve Salih Bozok’un oğlu Cemil Salih Bozok’un manevi evladı olarak da biliniyor. Manevi büyüklerinden kendisine emanet Atatürk’e ait birçok eşya ve fotoğrafı önemli günlerde sergileyerek o dönemin yakından tanınmasını sağlıyor.

10 Kasım 1953 tarihi hayatının şekillenmesinde kilometre taşı olmuş. Ülger şöyle diyor: “Benim hayatım boyunca gururla anımsadığım bu olay, benim kişiliğime, vatanıma ve milletime olan sevgime, dürüst ve çalışkanlığıma damgasını vurmuştur. Benim Atatürk'e karşı olan duyarlılığım, sevgiden ve saygıdan çok çok ötededir. Mustafa Kemal sayesinde, zeki oldum! Gazi sayesinde, çalışkan oldum!  Atatürk sayesinde, adam oldum!”

Ülger’in tarihi günlere ait açıklamaları şöyle:

“Ben 12 yaşındayken bütün Türkiye'de bir yarışma yapılmıştı. En son iki arkadaş kaldık. Hatta o arkadaş artist olmuş adı Kartal Tibet idi. Bizi yarıştırdılar neticede ben kazandım. Atatürk'ün naaşı Ankara Etnografya Müzesi'nden alınıp Anıtkabir'e nakledildiği sırada Anıtkabir'de Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni okudum. Son paragrafını ağlaya ağlaya okudum. Daha sonra Sabiha Gökçen, 'O çocuk kim' diye sormuş beni bir yüzbaşı vasıtasıyla evine davet etmişti. Gittiğimde 'Niye bu kadar Atatürk'e bağlısın' diye sordu, arkadaşlarımı, hangi kitapları okuduğumu sordu. Bana sempatiyle baktı. Zaten kendi çocuğu da yoktu, ondan sonra da bağımız hiç kopmadı ve o gün beni manevi oğlu olarak kabul etti" dedi.

“ Anıtkabir’e giden süreç”

Yıl 1953, ayını gününü hatırlayamıyorum. Sınıfta Namık Kemal'in "Vatan yahut Silistre" adlı piyesinin provaları yapılıyor. Piyesin kahramanı İslam Bey'i, Kartal isminde bir çocuk oynuyordu. Sonradan gerçekten artist olan ‘Kartal Tibet’. Kartal nerede yanlış veya hata yaptı bilmiyorum, fazla heyecanlanması gereken yerde heyecanlanmadı mı, yoksa kızması gereken yerde kızmadı mı, ne oldu tam bilmiyorum ama en ön sıranın sol tarafında oturan beni, edebiyat hocamız Fevziye Hanım eli ile işaret ederek; “Buraya gel.” dedi. Yüreğim bir anda ağzıma geldi. Korka korka yanına gittim.

- Şimdi sen, İslam Bey'sin. O bölümü tekrar edeceğiz. Hadi bakalım...

Bu olaydan birkaç gün sonra, Fevziye Hanım beni öğretmenler odasına çağırdı. Okullar arası yarışmaya gireceksin. Türkiye'deki bütün okullar bu yarışmaya katılıyor. Sen de bizim okulu temsil edeceksin dedi. Sonrasını pek hatırlamıyorum.

Kurtuluş Ortaokulu'nun kapısına geldiğim zaman sanki okul dağılıyordu. Ön bahçe tıklım tıklım doluydu. Yol bulup da içeri girmek nerede ise olanaksızdı. Neyse, oradan buradan derken imtihan olacağımız sınıfın önüne geldim ama yaşıtlarıma göre aklım değil, boyum kısa olduğu için ne beni gören oluyordu ne de hocamla sözleştiğimiz gibi kapının önündeki hocamı göremiyordum. Beklemekten başka çare yoktu. Bekleme sırasında, birisi sınıftan çıkıyor bir isim söylüyor, küçük bir kargaşadan sonra kapı kapanıyor ve sessizlik kaldığı yerden devam ediyordu. Derken, Fevziye Hanım'ın; “Eriş!” diye bağırdığını duydum. Kalabalığı yararcasına bir anda sınıfın önündeydim. Benim bu göbek adım olan Selman'ın, bana yaptığı ilk azizlikti. İlerde bu “Selman” yüzünden pek çok şeyler yaşayacaktım... İmtihan yapılacak olan sınıftan içeri girerken heyecanım doruktaydı. Artık kendime değil, mendil cebimdeki pirinçlere güveniyordum.

Çeyrek final, yarı final derken finale kadar gelmiştim. Çeyrek finale kadar, hangi nedenle yarıştığımı bilmiyordum. Daha doğrusu kimse bilmiyordu. Gerçi sağdan soldan bir şeyler duyuyor, birinci olan çocuk; "Atatürk'ün Genliğe Hitabını" okuyacakmış deniyordu ama nerede, ne zaman, hiç kimse bir şey bilmiyordu.

Final gününü hatırlıyorum. 29 Ekim 1953.

Sanıyorum saat 11.00'de, Ankara Radyosu’nun ikinci katındaki koridorda, banklara oturmuş bekleyen bizlere doğru orta yaşın üstünde bir amca geldi: Selman kim? İkiletmedim.

Girdiğim oda, oda değil salon gibi büyük bir yerdi. Ortada yuvarlak sahne gibi bir yükseklik vardı. Ortasında, benim boyuma kadar indirgenmiş bir mikrofon. Ben hayatımda ilk defa mikrofon görüyordum. Mikrofonun önüne gelip de, başımı kaldırıp karşıya baktığım zaman, sandalyelerde oturan amcalı teyzeli kimselerin oturduğunu ve bana baktıklarını gördüm. Birden terlemeye başladım. Heyecanım boğazıma kadar gelmişti.

10 Kasım 1953 saat 9.05

Atatürk'ün aziz naaşı, merdivenlerin ortasındaki platformun üstünde, koskocaman bir Türk bayrağının altındaydı.

 Ben, Anıtkabir'in merdivenlerini çıkıp da girişinin tam önüne konan ayaklı mikrofonun başındaydım. Önümde, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, muhalefet lideri İsmet İnönü, Başbakan Adnan Menderes ve bugüne kadar benzerini görmediğim muhteşem bir kalabalık. Sessizlik öylesine derin ve öylesine koyu idi ki, o ucu bucağı görünmeyen kalabalık, sanki nefes almıyordu. Ben arada başımı kaldırıp beni evden getiren, hemen benim yanımda olan ve elimden tutan subay ağabeye bakıyordum. Heyecanımın sınırı yoktu. Avucumun içi terlemeye başlamıştı. Yavaşça, yüzbaşı ağabeyin elinden elimi çektim, işte tam o sırada birden bir "Ti" sesi duydum. O milyonlarca insan bir anda heykel olmuş, zaman da durmuştu.

Ne kadar sürdü bu sessizlik, bilmiyorum. Ben, üzerinde kırmızı bir kadife olan taburenin üstünde idim. "Ti" sesi durduktan sonra, hemen yanımdaki yüz başının, başı ile “Hadi” demesiyle başladım:

Kısaca özetlediğim ve benim hayatım boyunca gururla anımsadığım bu olay, benim kişiliğime, vatanıma ve milletime olan sevgime, dürüst ve çalışkanlığıma damgasını vurmuştur. Benim Atatürk'e karşı olan duyarlılığım, sevgiden ve saygıdan çok çok ötededir. Mustafa Kemal sayesinde, zeki oldum!  Gazi sayesinde, çalışkan oldum! Atatürk sayesinde, adam oldum!


Yorum Yazın