İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5250 %0.05
49,6577 %0.12
5.776,09 % 0,40
92.313,50 %-1.025
Ara

“Kaygılanalım Ama Felakete Teslim Olmayalım” Bill GATES’de aynı fikirde

YAYINLAMA:
“Kaygılanalım Ama Felakete Teslim Olmayalım” Bill GATES’de aynı fikirde

Bir yandan kutuplardaki eriyen buzulları, yanan ormanları birkaç saniyede milyonlara ulaştıran “Sosyal Medya” diğer yandan da insanlarda kaygıyı büyütüp eylem isteğini küçültüyor. Bireyleri İklim Çaresizliği’ne sürüklüyor. Son zamanlarda zihnimizin ve zamanımızın büyük bir bölümünü meşgul eden Sosyal Medya, “felaket geliyor” diyor ama araştırmalar gösteriyor ki bu dil, insanları eyleme değil, çaresizliğe itiyor. Oysa kaygı, doğru yönlendirilirse değişimin başlangıcı olabilir.

Bazen bu işi neden seçtiğimi kendime hatırlatmam gerekiyor. Her gün onlarca rapor, veri ve afet haberi okurken içimde büyüyen şey sadece bilgi değil, bir yük. Çünkü iklim gazeteciliği dünyayı izlemek değil; dünyanın gidişatını anlatma sorumluluğunu taşımak demek.

Bu sorumluluk ağır. Hele ki sosyal medyanın sürekli “felaket geliyor” manşetleriyle dolu olduğu bir dönemde, umudu diri tutmak giderek zorlaşıyor. Algoritmalar korkuyu büyütüyor, paylaşımlar kaygıyı besliyor. Bir çok kişi bu noktada aynı cümlede buluşuyor: Artık çok geç.

Ama değil. Henüz değil. İklim uzmanları öyle söylüyor.

ABD’de yayımlanan bir araştırma, sosyal medya kullanımının iklim kaygısı ve felaket beklentisiyle doğrudan bağlantılı olduğunu ortaya koydu. 1.400 kişiyle yapılan çalışmada, sosyal medyada daha çok vakit geçirenlerin “yakında insan uygarlığının çökeceğine” daha fazla inandığı belirlendi.

Yani telefon ekranlarımız, farkında olmadan kıyamet senaryolarına inanmamızı kolaylaştırıyor.

Araştırmaya göre sosyal medya yalnızca bilgi değil, duygu da yayıyor: Özellikle korku, öfke ve umutsuzluk. Ve bu duyguların insan hayatı üzerinde olumsuz sonuçları var. Araştırmada, insanların radikal eylemleri ve devletin çok sert önlemler almasını ne kadar desteklediği de sorulmuş. Sonuç şu; Felaket duygusu arttıkça, bazı insanlar “daha sert” ya da “uç” çözümleri desteklemeye başlıyor.

Yani sürekli “dünya bitiyor” mesajı duymak, bazılarını umutsuzluğa, bazılarını da öfkeye sürüklüyor. Ama aynı araştırma gösteriyor ki, kaygı duyan ama hâlâ umut taşıyan kişiler “sert” ve “uç” olsa da çözüm yollarını savunuyor. Kısacası, kaygı doğru yönlendirilirse değişimi büyütüyor; korku ise çözümü tırmandırıyor.

Kaygı aslında ilgidir. Umursadığımız için kaygılanırız. Bu duygu bizi daha az tüketmeye, daha çok düşünmeye, politik taleplerde bulunmaya yönlendirir. Ama bu duygunun yönü önemlidir: Kaygı umutla beslendiğinde değişimi doğurur; felaket hissiyle beslendiğinde umutsuzluğa dönüşür.

İklim gazeteciliğinin en büyük görevi, bu iki duygu arasındaki dengeyi kurmak. Gerçeği saklamadan ama felaket diline teslim olmadan anlatmak. Çünkü korku, haberi satabilir ama çözüm üretmez.

Geçtiğimiz hafta Kıbrıs’ta katıldığım Yeşil Direnç Zirvesi, yazdırdı bu yazıyı bana. Benim konuşmam “İklim Haberleri” nin önündeki en büyük engel nedir? başlığı altındaydı. En büyük engel, ben, sen, o, biz, siz, onlar… İstenirse, ilgi görürse yapılır bu haberler. Okunmaz ise takip edilmez ise yapılmaz.   Birde yazımın ana teması olan Sosyal Medya’nın yarattığı İklim Çaresizliği.

Amerikada yapılan araştırma bize bir de şunu söylüyor: İklim haberlerini nasıl anlattığımız, insanların ne hissettiğini ve nasıl davrandığını etkiliyor. Felaket temelli bir dil, insanlarda çaresizlik ve öfke yaratabiliyor. Ama umut içeren, çözüm odaklı hikâyeler toplumun enerjisini artırıyor. Kaygılanmak insani, hatta gerekli. Ama felakete teslim olmak, hem bireyi hem toplumu hareketsiz bırakır.

Kıbrıs’ın Yeşil Okullar projesindeki o çocuklar, kaygının nasıl eyleme dönüşebileceğini gösteriyor bizlere. Atık soda şişelerinden bahçe kumu üreten öğrenciler, yağmur suyunu depolayan okullar, atıklardan sınıf eşyaları yapan öğretmenler… Bir zamanlar tahtada anlatılan çevre bilinci, artık çocukların ellerinde hayat buluyor. Bu çocuklar iklim krizine kaygıyla değil, yaratıcılıkla yanıt veriyor. Felaket hissinin panzehri, işte bu tür somut hikâyelerde saklı: küçük ama ilham verici adımlar.

Sosyal medyada kıyamet haberlerini paylaşmak yerine bu hikâyeleri çoğaltmamız gerekiyor. Çünkü iklim haberciliği sadece “gezegen yanıyor” demek değildir; “birileri hâlâ su taşıyor” diyebilmektir.

Tam da bu noktada, Bill Gates’in son dönemde New York Times’ta yer alan açıklaması dikkat çekici.

Bir zamanlar iklim krizinin insanlığın sonunu getireceği yönünde konuşan Gates, artık felaket senaryoları yerine akılcı çözümleri savunuyor. Allah razı olsun diyesim geldi birden. Çünkü biz İklim gazetecilerinin görevlerinden biri de halkı umutsuzluğa sevk eden insanlarla mücadele etmek.

Eski söylemlerinin ötesinde Gates, sıcaklık artışının “dünyayı yok etmeyeceğini”, asıl odak noktasının insan refahını artırmak ve teknolojik yeniliklerle uyum sağlamak olması gerektiğini söylüyor. İyi de yapıyor. Gates’e göre, gerçek mücadele; panik değil plan, korku değil koordinasyon gerektiriyor.

Yani artık mesele “kaç derece ısındık” değil, bu gezegende nasıl daha adil, sağlıklı ve sürdürülebilir yaşayabiliriz sorusu. Onun bu yaklaşımı da aynı mesajı taşıyor:

Felaket tellallığı yerine bilinçli iyimserlik…Çünkü dünyayı kurtaracak olan şey korku değil, bilinçli insanlık sevgisiyle beslenen akıl ve eylemdir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *