İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5359 %0.07
49,6539 %0.06
5.778,15 % 0,44
92.077,40 %-1.249
Ara

Kıbrıs’ta süreç var ama yönü belirsiz: Çözüm mü, yeni bir kriz mi?

YAYINLAMA:
Kıbrıs’ta süreç var ama yönü belirsiz: Çözüm mü, yeni bir kriz mi?

Adada müzakere masası kurulmadan önce sahada kurulan yeni dengeler, Kıbrıs Türk toplumunu yargı, sınır ve statü üçgeninde kıskaca alıyor. Çözüm süreci mi başlıyor, yoksa yeni bir kuşatma mı hazırlanıyor?

Yusuf Kanlı

Kıbrıs meselesi, uluslararası diplomasi tarihinin en uzun soluklu ama en başarısız “çözüm” başlıklarından biri olmaya devam ediyor. Yarım asrı aşan müzakere tarihine rağmen, taraflar hâlâ aynı temel denklemde sıkışmış durumda: eşit statü sorunu. Bugün yine bir “süreçten” söz ediliyor. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Maria Angela Holguin adada, taraflarla görüşüyor. Fakat bu temaslar, bugüne kadar resmiyet kazanabilmiş değil; güven inşa etmekten uzak ve sahada yaşanan gelişmelerle çelişkili.

Bu kez süreci sabote eden faktörler sadece müzakere masasının dışındaki söylem farklılıkları değil, aynı zamanda sahada yaşanan üçlü bir sıkışmadır: yargı kıskacı, Maraş kartı ve Schengen tuzağı.

Hukuk mu, siyasi baskı aracı mı?

Rum yönetiminin son aylarda kuzeydeki mülkiyetlere ilişkin başlattığı yargı süreçleri, bireysel mülkiyet hakkı gibi evrensel bir ilkeyi, siyasal bir enstrümana dönüştürme çabasını gözler önüne seriyor.

Kıbrıslı Türklerin ya da Kuzey’de yatırım yapmış üçüncü ülke vatandaşlarının, geçmişe dönük “rızasız kullanım” gerekçesiyle yargılanması ve hatta hapisle tehdit edilmesi, hukuki bir mücadeleden çok, psikolojik bir sindirme taktiğidir.

Bu davaların:

Tam da Holguin’in adaya gelip müzakere zeminini yokladığı dönemde artması,
Ceza hükümleriyle birlikte “caydırıcı” nitelik taşıması,
Ve Türk tarafınca tanınmayan bir yargı sisteminden kaynaklanması,

Bu süreci siyasi bir operasyon haline getirmektedir.

Amaç yalnızca bireyleri değil, tüm bir toplumu “mal gaspçısı” gibi göstererek uluslararası zeminde meşruiyetini tartışmaya açmaktır.

Peki Güney’deki Türk malları nerede?

Bu noktada göz ardı edilen büyük çelişki, 1974 sonrası Güney’de kalan yaklaşık 78 bin dönüm Türk malıdır. Bu mallar, “emanet yönetimi” adı altında Rum makamlarınca kullanılmış, kiraya verilmiş ya da kamusal projelere tahsis edilmiştir.

Ancak bu süreçlerde hiçbir Kıbrıslı Türk’e geri dönüş hakkı tanınmamış, ne tazminat ödenmiş ne de dava açma yolu bırakılmıştır.

Bu durum:

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin açık ihlali,
AİHM’nin içtihatlarının ihlali,
Uluslararası toplumun bu hak ihlallerine karşı sistematik sessizliği anlamına gelir.

Rum tarafı Kuzey’deki kullanım için “hukuk devleti” refleksiyle cezalandırıcı mekanizmalar işletirken, Güney’deki fiili gasp görmezden gelinmektedir. Bu, yalnızca bir çifte standart değil, ahlaki ve hukuki bir çöküş işaretidir.

Maraş: Simgesel gerginlik mi, eşitlik vurgusu mu?

1974’ten bu yana askeri bölge statüsünde tutulan ve yıllarca müzakere kozuna dönüştürülen Maraş, 2020’de Türk tarafınca kontrollü biçimde açıldı. Sahil hattı kamuya açıldı, ardından Taşınmaz Mal Komisyonu üzerinden mülk sahiplerine başvuru çağrısı yapıldı. Bu süreç, BM kararlarıyla çelişmediği gibi, AİHM onaylı iç hukuk mekanizması üzerinden yürütüldü.

Rum tarafı bunu “provokasyon” olarak tanımlasa da, Maraş’taki gelişmeler aslında bir müzakere çağrısından çok, eşitliğin hatırlatılmasıdır.

Türk tarafı, Maraş’ı sadece çözüm masasında bırakmayacağını; eğer eşit statü tanınmazsa fiilen de kendi iradesini uygulayabileceğini göstermektedir. Bu bir tehdit değil, yıllardır dışlanan bir tarafın hak arayışıdır.

Schengen: Sınır güvenliği mi, yeni izolasyon duvarı mı?

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Schengen bölgesine katılma girişimi, Kıbrıs’taki fiili statüye yeni bir kırılma noktası ekleyebilir.

Yeşil Hat şu an AB’nin dış sınırı değil; ancak Schengen’e dahil olunması halinde bu çizgi, AB dış sınırı haline gelir. Geçiş kapıları Schengen kapısı olur, Kıbrıslı Türklerin geçişi vizeye bağlanabilir. En önemlisi, Yeşil Hat Tüzüğü kapsamında AB’ye yapılan sınırlı ihracat sekteye uğrar.

Bu duruma dikkat çekenlerden biri de CTP Milletvekili Fikri Toros oldu. Toros, Schengen süreci ilerlerse:

Yeşil Hat Tüzüğü’ne derogasyon sağlanmazsa, geçişler durabilir,
“Kıbrıs Cumhuriyeti” kimliği olmayan KKTC vatandaşları için ek vize yükümlülükleri doğabilir,
Ticari faaliyetler ciddi şekilde zarar görebilir uyarısında bulundu.

Toros’a göre diplomatik adımlar atılmazsa, bu mesele sadece teknik bir güvenlik protokolü olmaktan çıkıp Kıbrıs Türklerinin ekonomik ve sosyal varlığını tehdit eden yeni bir kriz alanı yaratacaktır.

Holguin ve BM: Tarafsızlık mı, eşitsizlik mi?

BM Temsilcisi Holguin, adadaki taraflarla yoğun temaslar yürütüyor. Ancak Holguin’in rapor ve söylemleri, sürecin yalnızca “başlayabilirliği” üzerine odaklı.

Kıbrıs Türk tarafı ise sürecin başlamasından çok, hangi koşullarda başlayacağına odaklanılması gerektiğini savunuyor.

Çünkü:

TMK’nın görmezden gelinmesi,
Maraş’ın sürekli “ihlal” olarak kodlanması,
Schengen sürecine dair sessizlik,

BM’nin tarafsızlık yerine pasif denge gözeticiliğine sıkıştığını gösteriyor.

Alternatif diplomasi: Kudret Özersay’ın yol haritası

Eski müzakereci, Halkın Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Kudret Özersay, gelinen noktada yalnızca teşhis değil, reçete de sunuyor.

Özersay’a göre:

Cumhuriyet Meclisi ortak tavır almalı,
Güney’deki Türk mallarına ilişkin uluslararası rapor hazırlanmalı,
KKTC yasalarıyla hak ihlali yapan Rum kişi ve kuruluşlara karşı karşılık verilmeli,
BM Temsilcisi’ne kapsamlı bir dosya sunulmalı,
Ve Schengen süreci durmazsa sınır kapılarının kapanması dâhil tüm adımlar masada tutulmalıdır.

Bu öneriler, diplomasi dilini terk etmeden, pasif izleyicilik yerine aktif denge kurucu bir politikayı temsil ediyor.

Çözüm mü, yeni kuşatma mı?

Kıbrıs’ta bir süreç var. Ama bu süreç, adadaki iki toplumun eşitliği üzerine mi kurulu, yoksa daha karmaşık bir statü dayatmasının mı parçası, henüz net değil.

Yargı kararları, Maraş’ta kullanılan dil ve Schengen üzerinden inşa edilmeye çalışılan “görünmez duvar” hep aynı hedefe işaret ediyor: Kıbrıslı Türklerin toplumsal meşruiyetini sınırlandırmak.

Oysa barış, eşitlikten geçer. Çözüm süreci de yalnızca müzakere masasında değil, sahada inşa edilen adalet algısıyla mümkündür.

Gerçekten bir çözüm mü isteniyor, yoksa çözümsüzlüğü yeni araçlarla tahkim etmek mi?

İşte bu sorunun cevabı, yalnızca Kıbrıs’ın değil, Doğu Akdeniz’de barışın geleceğini de belirleyecektir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *