"Resim yaparken daha mutlu olduğumu hissederim" diyen Pamuk, yazar ve ressam tarafları arasında yıllar içinde gelişen uzlaşıya da değindi. Nobel ödüllü yazar bu süreci, "İçimdeki sanatçı dürtüsü, içimdeki romancı tarafından uzun süre arkaya itilmişti. Kavga etmiyorlardı ama romancı, 'Arkadaş, sen şöyle biraz kenarda dur,' diyordu. Diğeri, ressam biraz kafası karışık biriydi; kendini başarılı bulmuyordu. Yaş 23'tü. Romancı, kararlı bir şekilde içimdeki ressamı susturdu. 'Resim yapmak yasak!' dedim kendi kendime. Ama sonra ressamlığımla barıştım. İçimdeki kenara itilmiş ressam yeniden ortaya çıktı" sözleriyle anlattı.
Aynı zamanda yaşamından anları resmettiği Japon defterleri üstünde de çalışan Pamuk'a göre, ressamlığının toplum karşısına ilk çıkışı Masumiyet Müzesi ile oldu. Büyükada'daki evinde The Art Newspaper Türkiye'den Elif Tanrıyar'a konuşan Orhan Pamuk, henüz yazmakta olduğu yeni romanı "Bir İlk Aşk"tan da ipuçlarını okurlarıyla paylaştı.
Masumiyet Müzesi romanınız, "Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum," cümlesiyle başlar. Buradan yola çıkarak size, hayatınızın en mutlu dönemi hangisiydi diye soruyorum...
Hayatımın en mutlu dönemlerinden biri Masumiyet Müzesi'ni bitirdiğim 2011 kışı ve ilkbaharıdır. Alman mimar arkadaşlarım Gregor Sunder-Plassmann ve ailesi İstanbul'a geldiler. Cihangir'de Taray Apartmanı'ndaydık. Ben hem Kafamda Bir Tuhaflık romanımı yazıyordum hem de her gün iki-üç saat yazmaya ara veriyor, aşağı kata gidiyor, orada çalışan müzeci ya da mimar, heykeltraş, tasarımcı, grafiker, ressam, plastik sanatçı arkadaşlarımla Masumiyet Müzesi'ni 'tırnaklarımla' yapıyordum.
Bir 'müzeyi yapmak' ne demek?
Bir müzede ne varsa her şey... Eşyaları, resimleri, kutuları yapıyordum. Eşyaların içinde duracağı kutuların tasarımı en önemlisiydi. Aynı anda hem resimle -ya da sanatla- hem de yazıyla meşgul olduğum bir başka dönem, şimdi Avrupa'da gezmekte olan Şeylerin Tesellisi adlı sergiye hazırlandığım dönemdir. Bu sefer gene Masumiyet Müzesi'ndeki gibi Joseph Cornell etkili -ve o etkiden de uzaklaşmayı başardım kendimce- ahşap kutular tasarlıyordum. Hem de gene şu anda hâlâ yazmakta olduğum Bir İlk Aşk adlı romanı yazıyordum. Şu anda yazmakta olduğum roman da otobiyografik yanları olan bir roman. Bir kahraman var, resimle yazı arasında bocalıyor, karar veremiyor ve çok kırılgan. Yaptığı resimden memnun değil. Bunlar benim öz yaşamsal denen özelliklerim, bu konuyu severim çünkü çok derinden yaşadım. Bir şey ifade etmek istiyorsun; yazıyla mı, resimle mi ifade edeceksin? İçinden resim de geliyor, yazı da. Benim içimden 9 ile 22 yaş arasında resim yapmak geldi. Ressam olacağımı zannederek bir mühendis ailede büyüdüm ama sonra yazı yazmaya, romancılığa başladım. Bu karmaşık bir süreç. Şu soruyu çok sordular bana: "Ressam olacaktınız, yazar oldunuz. Neden?" Ben de bu konuyu çok düşündüm. 22 yaşında aldığım bu kararın nedenini açıklamak için bir kitap yazayım dedim. İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabım, 22 yaşıma kadarki hayatımın hikâyesidir ve son cümlesi "Ressam olmayacağım, yazar olacağım ben!"dir.
22 yaşıma kadar daha doğal, içimden geldiği gibi resim yaptım. “Resmimi kim seyredecek, kim için yapıyorum?” diye düşünmezdim. Yazarlık ise daha kendimin bilincinde olduğum bir ifade yolu. Türkçede edebiyata da "sanat" diyoruz ama dünyada edebiyata "sanat" denmiyor. Sanat ve edebiyat ayrı kelimeler. Türkçede müzisyene de sanatçı deniyor, edebiyatçıya da sanatçı deniyor. Doğru, sanatçılık anlamında hepsinin ortak bir yanı da var. Her gün demeyeyim ama hem resim yapıyorum hem yazı yazıyorum, onlarla uğraşıyorum, başka bir meşgalem yok. Bir de böyle röportajlar yapmak ve de belki vaktimin yüzde biri de arada bir siyasi makaleler yazmakla geçiyor.
Resim yaparken ve yazı yazarken neler hissediyorsunuz?
Resim yaparken daha mutlu olduğumu hissederim. Resim yaparken, duş yaparken şarkı söyleyen kişiye benzetirim kendimi. Kim dinliyor? Sesi karga gibi miymiş, yoksa Zeki Müren gibi güzel miymiş? Bunlar önemli değildir. O kendince eğleniyor, mutlu oluyor. Hiçbir hesabı yok! Toplam etkiyi hesaplaması, düşünmesi yok. Dışarıda birisi onu gizlice kaydedip, piyano ile sonra bunu bir plak yapıyor olabilir ve çok da güzel bir şey çıkabilir. Yazı yazarken ise tamamen kendimin bilincindeyim ve bir satranç oyuncusu gibiyim. Sessizim, dikkatim masamın üzerinde. Bundan sonraki hamleyi -yani cümleyi- ve bunun okuyucunun üzerindeki etkisini tamamen mantıksal bir şekilde tasarlıyorum. Öte yandan kafamın bir yanı da "ilham" dediğimiz o beklenmedik anlara her zaman açıktır; tıpkı ağaçtan düşen bir meyve gibi aniden gelen, pırıl pırıl bir cümleye...Bir cümle gelir, ardından bir başkası. Onları hemen yazanın. Sonra durup, bunun etkisi nedir diye düşünürüm. O noktada bütün edebiyat tarihi girer devreye; "Tolstoy buna benzer bir cümle kurmuştu", "Çehov'da da böyle bir şey vardır" derim. Hatta "Buraya Marquez gibi bir cümle kondurayım" diye geçiririm içimden. Resim yaparken ise o kadar entelektüel olmam. Yazarken tamamen zihinsel bir hâl içindeyim; Batılıların "cerebral" dediği, zihinsel bir insanlık hâli...Resim yaparken ise daha gövdesel, bedensel, eşya gibi bir durumdayım. Hayat bana öğretti ki resim, zihinle değil, gövdeyle yapılır.
Peki sizce en güzel resimlerinizi ne zaman yapıyor ve ilhamı ne zaman hissediyorsunuz?
Benim hayat tecrübeme göre en güzel resimler -elbette herkes için böyle olacak değil- kendimi rahatlamış hissettiğimde, elim kendiliğinden harekete geçtiği zaman ve kendime güvendiğim zaman ortaya çıkar. O an elim zihnimden çok daha hızlıdır. Zihnim ise arkadan gelerek yaptığım işe anlam yüklemeye, eleştirmeye, kompozisyonun eksiklerini ya da kendiliğinden güzelliğini tartmaya başlar. Yazarlıkta ise her şey bunun tam tersidir: Önce plan gelir, kompozisyon gelir, yaptığımın anlamı gelir. Düşünceyle icra aynı anda yürür. Romancı, masasında tek başına satranç oynayan ya da saat tamir eden biri gibidir; zihninin içinde çalışır ve zihnini ifade eder. Resim yaparken ise iyi zamanlarda, o resmin "iyi" olduğuna inanıyorsam, yapan gövdemdir; akıl geriden gelir. Hafif bir sersemlik ya da akşamın duygusal bir anı, kendimi daha iyi bir ressam gibi hissetmemi sağlar. Bu yüzden fırça darbesini, boyanın kalınlığını gösteren resimleri severim; çünkü resim, resim olduğunu, arkasındaki eli -zekâdan çok eli- hissettirmelidir. Bu yüzden hiperrealistler ya da neoklasik ressamlar, yani kareleme metoduyla yapılmışçasına kusursuz görünen resimler beni çok fazla ilgilendirmez. Öte yandan kalabalıklar müzelerde bu resimleri görmeyi sever.
Yazarlık ve ressamlık… Bugün geldiğiniz noktada, bu iki tarafınızın aralarında uzlaştığını ve birbirini tamamladığını düşünüyor musunuz?
İçimdeki ressamla yazarın "uzlaşması" dendiğinde, sanki daha önce kavga ediyorlarmış gibi düşünülür. Doğru değil, resim ve yazı kardeş sanatlardır. Latin şair Horatius'un meşhur "Ut pictura poesis", yani "Resim, şiir gibidir" sözü bunu anlatır. Ressam imgeleri seçer, yazar da kelimeleri...İkisi de duyguları ifade etmenin yollarıdır. Sanatçı olmak, yaratıcı olmak; çoğu zaman bu bilincin fazlasına kapılmadan yazmak ya da çizmek demektir. Türkiye'de mizah dergilerini bu yüzden severim. Bir zamanlar Öküz ve Ot dergilerine yazılar yazardım. O dergilerde arkadaşlar, "Abi şuraya da bir şeyler karala, burada boşluk kaldı," derlerdi. Resimle yazının yan yana geldiği bu düzlemleri hep sevdim.
Bu konularda, "Bir gün mutlaka yapmalıyım" dediğiniz projeleriniz var mı?
Yıllarca yalnızca hayal ettiğim çok projem oldu. Mesela dünyanın büyük müzelerinden biri -Türkiye'de de olabilir- bana gelip, "Orhancığım, işte sana kaynak, para, imkân. Resimle yazının iç içe geçtiği, her kültürden, her çağdan çeşit çeşit eserden büyük bir sergi hazırla," dese...Aklıma Anselm Kiefer'in resimlerinden her ülkede başka türlü olan kağıt paralara, pullardan Çin resmine birçok örnek gelir. Sadberk Hamın Müzesi ya da İslam Eserleri Müzesi'ndeki yazmalar, hat levhâlârı, nakışlarla yazının iç içe geçtiği eserler...Roy Lichtenstein'ın tabloları...Resimli romanlar, Tenten, bizde Teksas/ Tommiks diye bilinen 1950'lerin İtalyan yapımı Western/ kovboy resimli romanları...Büyük hayranlık duyduğum Raymond Pettibon'un resimleri, film posterleri...Siyasal posterler, fütürizm, kübizm, Barbara Kruger... İlhap Hulusi, Milli Piyango biletleri, resimli ilkokul ders kitapları vs vs...Listeyi ve sergiyi hayal etmek bile güzeldir. Bunların hepsinden oluşan bir sergi yapmayı çok isterdim. Böyle bir serginin kataloğunu da mutlaka kendim yazarım. Zaten pek çok yerde, neyle uğraştığımı bildikleri için bu tür davetler alıyorum. "Şöyle bir sergi var, Orhan Bey yazar mısınız?" diyorlar. Çoğuna söz veriyorum; bazen yerine getiriyorum, bazen getiremiyorum. Şu anda önümde, kapanan Beaubourg Pompidou Merkezi ile Lyon Müzesi'nin kaynaklarıyla hazırlanan Sentimental Museum adlı bir sergi var. Kataloğundaki metinlerden birini ben yazacağım. Bütün bu tecrübeler bana şunu öğretti: Zaten kavga etmeyen içimdeki ressam ve yazar, zamanla daha da uzlaştı.