Basmakalıplaşmak
2023 yılında birçok arkadaşımla beraber, gençlerin siyasal temsilini artırma gayesiyle kurduğumuz Biz Topluluğu’nda, yaklaşan genel seçimler öncesinde muhalif siyasilere gençliğin endişelerini aktarabilmek için çeşitli konular hakkında raporlar yazdık ve bunların çok büyük bir kısmını paylaşabilme fırsatı bulduk. O dönem yaşadıklarımızdan mesai yaptığım arkadaşlarımla beraber olumlu olumsuz birçok ders çıkardık ve sanıyorum çıkarmaya da devam ediyoruz.
Söz konusu dönem içerisinde -aleyhimize olabileceğini öngörmemize rağmen- görüştüğümüz bütün siyasilerle paylaşmaktan çekinmediğimiz bir rapor çalışması vardı. Topluluğumuzun İnsan Hakları, Demokrasi ve Adalet Komisyonu’nun bünyesinde çıkan “Parti İçi Demokrasi Raporu”. Raporun giriş ve sonuç kısmını yine Muhalif’te köşe yazarlığı yapan arkadaşım Canboray hazırlamış, önerilerini konunun meraklılarıyla gerçekleştirdiğimiz bir çevrim içi toplantıda hep beraber, konuyu bütün tarihselliğiyle tartışarak yazmıştık.
O dönem yaptığımız çalışmaları tekrardan kurcalarken önüme düşen bu rapor, fark ediyorum da üzerinden geçen iki buçuk yıllık yaşanmışlığın ardından gözümdeki değerini daha da artırmış. Özellikle yine Canboray’ın giriş kısmında yazdığı bir paragraf var ki tarifine katılmadan edemiyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kolektif hafızasında gömülü siyasi kültüründe kapıkulluğu olgusunun ve ittihatçılığın baskın öğeler olarak göründüğü de açıklanmalıdır. Meşruiyetini kandan ve dinden alan patrimonyal bir otoritenin ekseninde kurumsallaşan bir devletten, dar elitinin çözülüşü önlemek maksadıyla uygarlaştırmaya çalıştığı ve bunu militarist düsturla yaptığı bir devlete, ardından da tüm bu çabalara karşın yeni bir devleti yine militarist düsturla yeni devleti inşa eden bir kurucu kadronun varlığı çizgisel olarak önemlidir. -Bu sözcükler eleştiri ya da tenkit için seçilmemiştir, tarifin belirginleşmesi için seçilmiştir.- Bu dönüşümle beraber önce kapıkulluğu daha sonra da ittihatçılık kolektif hafızada siyasi kültürün baskın öğeleri olarak yerini almıştır. Bu siyasi kültürün değişerek de olsa yaşıyor olduğunu düşünmekteyiz.”
Yaptığım alıntıyla raporun bütünü hakkında bir merak oluşturabilmeyi başarabildiysem eğer, on dört sayfalık bu rapor, o dönem paylaşılmasını uygun bulduğumuz bütün diğer çalışmalarımızla beraber topluluğun internet sitesinde yer alıyor. Ancak elbette bu yazının kalanı, iki yıl önce yazılmış bir raporun yeniden değerlendirilmesinden ibaret olmayacak. Daha ziyade Canboray’ın o günlerde “kapıkulluğu” olarak kavramsallaştırdığı bu olguyu; yakın siyasi tarihimizin önemli dönemeçlerini kişisel tanıklığıyla kaleme alan aydınlarımızdan yaptığım alıntıları derleyerek bugüne ulaşmaya çalışacağım.
“Adamcılık”
Falih Rıfkı, Zeytindağı’nda Birinci Dünya Savaşı esnasında “İttihatçılık” kavramından ne anlaşılması gerektiğini şu sözlerle açıklamıştı:
“… Gerçekte İttihat ve Terakki birkaç başın etrafında birkaç kola ayrılmıştı.
Büyük Harp'te herhangi bir kimse için:
-İttihatçıdır!
Hükmü doğru ve pek yerinde olmazdı. İttihatçı demek, partinin anonim ve silik unsuru demektir. O zamanlar insanın üzerine yapışan damga "adam" sözü idi. Cemal Paşa'nın adamı, Enver Paşa'nın adamı, Talat Paşa'nın adamı… Kendi kendinin adamı kimdi bilmiyorum.
Her adamın da kendi adamı vardı. Gruplar büyüdüğü zaman artık Enver Paşa takımı, Talat Paşa takımı, Cemal Paşa takımı demek doğru olurdu. “
Falih Rıfkı, savaş sonrası dönemde kendisinin de birinin “adamı” olduğu yakıştırmasına kurban edilmeye çalışıldığını anlatır.
“İttihat ve Terakki şeflerinden birkaçına beni fikirleri yaklaştırır, adamları uzaklaştırırdı. Ve en nefret ettiğim şey bu iken, mütareke senelerinde üstümde yalnız bir tek damga vardı; Cemal Paşa'nın adamı!”
Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nda ele aldığı birinin “adamı olma” hali, yakın tarihimizin sadece belirli bir dönemi içerisinde sıkıştırabileceğimiz bir davranış kalıbı değil. Hatta Osmanlı’nın bir “imparatorluk” kimliği etrafında teşkilatlanmaya başladığı dönemlerden başlayarak, saray ve bürokrasi içerisindeki siyasi nüfuz mücadelelerinin dar elit kümelenmeler arasında yaşandığını söyleyebiliriz.
Peki yakın siyasi tarihimizde etkisini ciddi oranda hissettiğimiz “kapıkulluğu” veya “cılıklaşma” veya “dar kadrolaşma” olguları, Cumhuriyet’in ilk yıllarını nasıl etkilemiş olabilir? Ayrıca söz konusu olguların bir tezahürü olarak bugün partiler içerisindeki dar kadrolarıyla kökleşmiş ve kümelenmiş siyasal elitler, çıkarlarını koruma odaklı davranış kalıplarıyla Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü ne ölçüde tıkamıştır?
Ahmet Hamdi Başar’ın Ekmek Vergisi
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasının ardından birikmiş toplumsal tepkiyi anlamlandırabilmek için Atatürk, 1931 yılında geniş çaplı bir yurt gezisine çıkmıştır. Hasan Rıza Soyak’ın aktardığına göre bu gezi, Anadolu’da beklediğinden daha geniş ve yoğun bir yoksullukla karşılaşan Atatürk’ü ciddi anlamda etkilemiştir.
“Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı. İşte bu zihniyetle, herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim yoktur.” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, 389)
Atatürk’e bu üç aylık gezi boyunca müşavir olarak eşlik eden Ahmet Hamdi Başar, gezi boyunca yaşadıklarını “Atatürk’le Üç Ay” isimli bir kitapta toplamıştır. Başar’a göre dönem basını ve parti örgütleri gerçeklikten kopuk bir şekilde halkın gidişattan memnun olduğunu vurgulayarak karar alıcıların gerçeklikten koparıyordu. Bu nedenden ötürü Atatürk, Serbest Fırka tecrübesinden sonra belirginleşen toplumsal tepkinin nedenlerini daha iyi kavrayabilmek ve ülkenin ihtiyaç duyduğu “iktisadi inkılabın” gerekliliklerini analiz edebilmek için bu üç aylık yurt gezisini tertip ettirmişti. (Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay, 44)
Başar, döneme hâkim olan paradigmanın aksine, Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntıların Büyük Buhran’ın küresel etkilerinin dışında, kendine özgü sebeplerden ötürü kaynaklandığını düşünmektedir. Bu bağlamdan hareketle buğday fiyatlarındaki anormal düşüşün kırsaldaki üretimi olumsuz etkileyeceğini savunmuş ve kabaca buğday üretimini bizzat devletin kırsaldan başlayacak bütüncül ve kurumsal bir örgütlenme modeliyle ele alması gerektiğini önermiştir.
Başar’ın bu önerisinin 1931 yılının koşulları içerisinde ne kadar gerçekleştirilebilir olduğu biraz tartışmalı bir konudur. Ancak, yazının bağlamından çok sapmamak için aktarılana göre bu önerinin Başar’ın karşısına nasıl döndüğünü ele almak istiyorum.
Raporunu Atatürk’e bizzat sunacağını düşünen Başar, Dolmabahçe’de dönemin parti sekreteri Recep Peker’le konuyu beraber görüşeceğini öğrenir. Toplantı esnasında Recep Peker ve toplantıda bulunan -kendi tarifiyle- “maliyeciler” tarafından fikirleri ciddi bir tenkide uğrayan Başar’ın toplantıdan sonrasındaki Atatürk’le birebir görüşme girişimleri sonuçsuz kalır. Önerisini gelen bütün eleştirilere rağmen savunmaya devam eden Başar’ın Salih Bozok’tan işittiği eleştiri ilginçtir.
“Yahu sen ne yapmışsın Hamdi Bey. Sen ekmekten vergi alalım demişsin. Nasıl olur, fakir fukaranın gıdasından vergi almak! Senin hazırlayacağını söylediğin rapor bu muydu yahu? Böyle şeyi herkes düşünür ama, söylemeye cesaret edemez. Söylese bile kimse kabul etmez. Halbuki sen bunu sanki yeni bir şeymiş gibi ortaya atmışsın. Sofrada konuştular. İki yüz sene evvel Avrupa'da böyle senin söylediğin gibi, ekmek vergisi varmış da sonra halka zulüm oluyor diye kaldırmışlar. Yapma böyle şeyler!” (Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay, 144-145)
Ahmet Hamdi Başar ekmek fiyatlarındaki düşüşün Anadolu’daki buğday üretimine sekte vurduğunu savunmaktadır. Ancak Salih Bozok’a sofrada intikal ettiği şekliyle bir “ekmek vergisi” önerisinde de bulunmamaktadır. Gezi sonrasında çeşitli yayınlar ve girişimlerle kendisini izah etmeye ve önerisini savunmaya çalışan Başar’ın sonraki denemeleri de sonuçsuz kalacaktır. Konuyu sürekli gündemde tutmaya çalışması ve Cumhuriyet, Son Posta gazetelerindeki yazılarıyla kamuoyu oluşturmaya çabalaması; Ankara çevrelerindeki antipatinin artmasına neden olmuştur.
Berkes ve McCarthycilik
Savaş sonrası dönemde Doğu Avrupa ve Çin’de statükonun komünist partiler lehine değişmesi, batı bloğuna eklemlenmiş ülkelerin iç siyasetlerinde ideolojik çatışmaları tetiklemiştir. Özellikle ABD Wisconsin Senatörü J.R. McCarthy’nin Dışişleri Bakanlığı’nda görevli 205 memuru komünizmle suçlamasının ardından birçok batı bloğu ülkesinde “McCarthycilik” olarak sınıflandırılan bir dönem başlamış ve bu ülkelerdeki sanatçı, bürokrat ve entelektüeller “komünistlik” suçlamalarıyla işlerinden atılmış, şiddetli baskılara maruz bırakılmıştır. Amerika’dan batı bloğundaki diğer ülkelere yayıldığı düşünülen bu süreç içerisinde Türkiye’deki sol sivil toplum ve entelektüeller de ciddi oranda baskılanmıştır.
Söz konusu “McCarthyci” dönem içerisinde “komünist” olarak mimlenen isimlerden birisi olan Niyazi Berkes, döneme dair anılarını derlediği “Unutulan Yıllar” isimli kitabında ülkeden nasıl politik zorbalıklarla uzaklaşmak zorunda kaldığını anlatmıştır. McCarthyci zihniyetin Amerika’dan önce Türkiye’de filizlendiğini belirten Berkes, Türkiye’de demokratik özgürlük taleplerinin “komünizm propagandası” iddialarıyla hükümet ve parti desteğiyle saldırma geleneğini dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer’in başlattığını söylemiştir.
Berkes Unutulan Yıllar’da 40’lı yılların kaotik dar kadro çekişmelerini şahsi tanıklığıyla küresel gelişmeleri harmanlayarak ele almıştır. Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki Sirer-Yücel çekişmesinden İnönü-Çakmak gerilimine, Fuad Köprülü ve Menderes’le yaptığı ilginç görüşmeden “komünizm propagandası” yaptığı iddiasıyla hakkında açılan davaya ve en nihayetinde memleketten gitmesi önerilinceye kadar 40’lı yılların kaynayan “cadı kazanını” oldukça canlı şekilde tasvir etmiştir.
Basmakalıplaşmak
Yakın siyasi tarihimizdeki şahsi tanıklığını kaleme alma cesareti bulmuş çoğu aydın veya bürokrat buna benzer “tasfiye” hikayeleriyle kendisini yeniden anlatmaya çalışmaktadır. Yazıyı fazla uzatmamak için kısaltarak ele aldığım bu üç entelektüelin öyküsü aslında birbirlerinden farklı gözükse de kendilerince yaşadıkları “mağduriyetler”; bir nedenden ötürü kendilerini “mimlemiş” dar grupların, eylemlerini veya argümanlarını hak etmedikleri bir kabalık içerisinde birtakım “kimliklere” indirgemeleriyle ortaya çıkmıştır.
Yazı içerisinde değindiğim bu üç entelektüelden Falih Rıfkı mütareke döneminde “Cemal Paşa’nın adamı” olmakla itham edilmiş, Ahmet Hamdi Başar “ekmek vergisi” destekçisi olarak görülmüş ve Niyazi Berkes “komünistlikle” suçlanmıştır. Bu üçüne ek olarak arada hatıratından alıntı yaptığım Hasan Rıza Soyak ise, İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasının hemen ardından siyasetten ve bürokrasiden tasfiye edilmiştir.
Yakın siyasi tarihimiz içerisinde farklı nedenlerle tasfiye edilmiş bu dört isimle benzer kaderleri yaşamış veya yaşamakta olan sayısız şahsiyet bulunmaktadır. Bana soracak olursanız eğer söz konusu durumun en büyük nedeni, yazının başında alıntıladığım “kapıkulluğu” olgusunun siyasal kültürümüzde bıraktığı izin altında gizleniyor. Türkiye’de aydınlar ve bürokratlar pozisyonlarını değişen politik cereyanlara karşı koruyabilmek ya da yükseltebilmek için “lider hamilerin” çevresinde kümelenme eğiliminde bulunuyorlar.
Söz konusu dar kadro çekişmeleri sonucunda ortaya çıkan cereyanların bağlamını doğru hesaplayamayan veya bu çekişmelerin dışarısında bir bakış açısı oluşturmaya çalışanlarsa genellikle ciddi bedeller ödeyerek tasfiyeye uğruyor, itibarsızlaştırılıyor, basmakalıplaştırılıyor ve hatta Berkes örneğinde görüldüğü üzere ülkeden ayrılmak zorunda bırakılabiliyor.
Bugünün önde gelen siyasetçilerinin gündelik hamleleri üzerinden veryansınlar eşliğiyle, destekledikleri liderlerin kahramanlıklarını çeşitli epik anlatımlarla önümüze seren zihniyeti de bu kültürden ayırmamak gerekiyor.
Siyasetin tamamen retorikten ibaret olduğu, samimiyetsiz ve kendi dar kadrosunun çıkarına odaklanan bu bakış açısının kırılmadan ülkemizde sahici bir demokrasi pratiği oluşabileceğini pek sanmıyorum.
Bugünkü siyasal iktidarın yoğun baskısı nedeniyle iyice sloganlaşan siyaset dilinin heyecanının haricinde olarak, ülkenin okuyanlarının ve okumuşlarının birbirlerine karşı daha hoşgörülü davranmasının gerektiğini düşünüyorum.
Ayrıca kendisini “muhalif” olarak tanımlayan bir şahsın, bir akademisyenin bağlamdan kopuk bir X anketinden dolayı tutuklanmasına, geçmişte neferi olduğu politikacıyı eleştirdiği için sevinmesini sağlıklı bulamıyorum.
Bu yüzyıllık Cumhuriyet tecrübesinden alınacak derslerle aydınlarımızın ve bürokratlarımızın düşüncelerini demokratik ve meşru bir zeminde ifade edebilecek teamüller oluşturması gerekiyor.
Artık “demokrasi” kavramını kitleleri heyecanlandırmak ve biraz da Batı’ya şirin görünmek için kullanılan bir slogandan fazlası olarak; yaşanan siyasal nüfuz mücadelelerinin meşru, şeffaf ve zorba olmayan bir zeminde yaşanmasının önemli bir koşulu olarak algılamamız gerekiyor.
Peki karmaşık gündemin içerisinde bu yazdıklarım bugünün tartışma konusu mudur?
Eğer Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olmasını istiyor ve arzuluyorsak evet. Bu tam olarak bugünün konusudur.
Çünkü Türkiye’yi tam bağımsız bir yarına taşıyabilmemiz için; kendi içimizdeki kaotik, lider merkezli güç mücadelelerinden kurtulmamız ve sağlıklı politik, entelektüel üretimler yapabilecek çevreler, alanlar oluşturmamız gerekiyor.
Her zamanki gibi, sonumuzun aydınlık olması dileğiyle.