Okyanus Kadar Derin: Kardeşlik
The Deep End of the Ocean Üzerine...
Hayat bazen bir anlık dikkatsizlikle tüm dengelerini değiştirir. Siz hiç, bir anın bütün geleceğinizi değiştirebileceğini düşündünüz mü? Mesela bir çocuğu kaybetmek... Kardeşinizi. Bu yalnızca bir insan kaybı değildir; güven, aidiyet ve bazen kendini tanıma hakkıdır. Kaybolan kendini tanıyamayacak yaşlardaysa... Peki, bu kayıp sadece kaybolanda değil; geride kalanlarda da bir iz bırakıyorsa?
The Deep End of the Ocean, işte tam da bunu anlatıyor. Film, bir otelin kalabalığında annesinin gözünden kaybolan küçük Ben üzerinden, ailenin sessiz çığlığını konu alıyor. Üstelik Ben, henüz üç yaşında. Abisi Vincent, bu sırada onun elini bırakıyor. Bu kısacık sürede olanlar oluyor. Film bu kaybın aile dengelerini nasıl altüst ettiğini bizlere gösteriyor.
Bazen bir elin bırakılması, bir ömrün yükü olur.
Fakat asıl ağırlık kimin omuzunda? Annenin mi? Babanın mı? Yoksa Vincent’ın: abinin mi? O küçücük omuzlara yüklenen suçluluk ve sessizlik… Bir çocuğun, kardeşinin elini bir an bırakmanın yükünü yıllarca taşıyabileceğini düşündünüz mü? Peki, bu yükü taşıyabilecek kadar büyüyebileceğini...
Vincent, bu vicdan azabını kardeşi, karşısına çıkana kadar bırakmaz. Hatta daha sonra da... Suçluluk, öfke, tarifsiz bir özlem… Kardeşlik çoğu zaman masum kavgalar, paylaşılan sırlar ve birlikte büyüyen hatıralardan ibaretmiş gibi görünür. Ancak ya kardeşlik sadece bu duygulardan ibaret değilse? Biraz da sessizce taşınan bir vicdansa?
Kayıp yalnızca gidenin değil, geride kalanın da hafızasına kazınır.
Dokuz yıl sonra Ben, bulunduğunda hikâye beklendiği gibi mutlu bir sona evrilmez. Bu kadar kolay da değildir zaten. Çünkü kaybolan yalnızca Ben, değildir; anıları, tanıyamadığı ailesi, hatırlamadığı abisi, aidiyeti de onunla birlikte kaybolmuştur. Beklemediği bu değişimle yeniden ailesine alışmanın zorluklarını çeker.
Vincent’ın gözünden bakınca da kardeşinin dönüşü sevinçten çok karmaşık bir hesaplaşmadır: “Ben, kardeşimi yeniden buldum mu yoksa bambaşka biriyle mi tanıştım,” sorularıyla karşı karşıyadır. Buna rağmen Vincent geceleri gizlice kardeşinin odasında bekler; onun uyuyamadığını hisseder. Eski bir oyuncağını yatağına bırakır. Bu davranışlarıyla; sert, öfkeli ve Ben’in yokluğunda ihmal edilmiş abinin hala kardeşini koruduğunu ve diğer duygularını yenmek için kendiyle de savaştığını görürüz.
Bulmak, kaybetmekten daha ağır bir sınav olabilir.
Ben’in kaybını yaşadığı yıllarda ailesi tarafından görünmeyen Vincent, Ben’in dönüşüyle de arka planda kalmaya devam eder. Ailenin elbette bunu isteyerek yapmadığını görürüz fakat olan budur. Vincent, bu süreçte yalnızca ihmal edilmiş değildir; ailenin birçok sorumluluğunu da üzerine almıştır. En küçük kardeşine bakmak gibi. Tüm bunların ardından Ben’i tekrar aileye kazandırmak için çabalar. Bu görünür mü?
İşte bu sırada o çocukluk hatırası, “arama-bulma oyunu” devreye girer. Ben, bu aileye tekrar katıldıktan sonra ilk defa bir anısını hatırlar. Bu oyunu hatırladığında Vincent’ın gözleri dolar. Çünkü oyun, sadece bir hatıra değil; kaybolmuş bağların yeniden kurulmasının işaretidir.
“Arama-bulma oyunu” Ben’in abisiyle kaybolmadan önce oynadıkları bir oyundur. Önce Ben, saklanır. Abisi onu saklandığı yerde bulur. Bir gün bir sandığa saklandığını abisinin kapağı açtığında orada korkmadan abisini beklediğini hatırlar. Sessizce ve korkusuzca.
Ben bunları hatırladığında ailesine karşı yakınlık duygusu hisseder. Abisine duyduğu güven duygunu hatırlar. Bunları abisine anlatır: “Korkmadığımı hatırlıyorum. Çünkü beni bulacağını biliyordum,” der.
Vincent’in vicdanını rahatlatan ve yıllarca taşıdığı sorumluluğu hafifleten bu sözler, kardeşlik bağlarını tekrar kuvvetlendirir. Var olanın sağlamlığını ortaya koyar. Vincent’a sessiz bir teselli verir: “Seninle olan bağım hiç kopmadı.” Hafızada, sessizlikte, sandıkta kurulan bu affediş, filmin en güçlü sahnelerinden biridir.
Bir kardeşin yokluğu, evdeki sessizlikten fazlasıdır.
Anne ve babanın sevgisi eksilmez belki ama yön değiştirir. Büyük çocuk çoğu zaman “sabırlı” olmaya zorlanır, “güçlü” durmaya mecbur bırakılır. Vincent’ın kırılganlığını göremeyen gözler, büyümenin en acımasız yanını açığa çıkarır:
Çocuklar da yas tutar, sadece sessizce.
Bugün sıkça duyduğumuz kayıp haberlerinde, gözümüz hep bulunamayanın ve yok olanın üzerindedir. Bunların yanında ya geride kalanlar? Sessizce kaybolan kardeşler, yas tutan küçük bedenler, diğer aile bireyleri…
Kardeşlik, birbirini bulmak kadar birbirini kaybetmeyi de barındırır. Ve bazen yeniden kavuşmak, ilk kayıptan daha ağır bir sınavdır. The Deep End of the Ocean, bize kardeşliğin yalnızca kan bağı değil; aynı zamanda vicdan bağı olduğunu hatırlatıyor. Peki siz kendi vicdan bağlarınızı ne kadar koruyorsunuz?