Bu Gece Gel Olur Mu?
Her şeyin mümkün olduğu bir yer biliyor musunuz?
Gece gözlerimizi kapattığımızda, bazen hiç bilmediğimiz yerlere, bazen de en çok özlediğimiz yüzlere gideriz. Rüyalar… Ne tam anlamıyla bilimle açıklanabilir ne de bütünüyle hayal ürünü sayılabilir. Zihnin içinde saklı bir evren gibi; zamanı, mekanı hatta ölümü bile tanımayan bir başka gerçeklik.
Bazı geceler ölülerle konuşuyorum.
Dedem geliyor, salona oturuyor, gülümseyip bana bakıyor. Bir şey demiyor ama ben onun ne söylediğini anlıyorum. Çünkü rüyalarda sözcüklere gerek yoktur. Çünkü rüyalar bazen sözleri susturur, hisleri konuşturur.
Her insanın içinde gömülü bir mezarlık vardır. Hayatta olanları oraya gömeriz bazen… Gitmiş ama ölmemiş olanları da. Dünyaya dağılmış dostları. Kaybolmuşları da. Terk etmiş sevgilileri. Ve tüm bunların yanında gerçekten ölmüş olanları da...
Rüyalar, işte o mezarlığın kapısını aralayan sessiz rüzgârlardır.
Gündüz inatla unuttuklarımız, gece usulca yanımıza oturur.
Sesi yıllar önce kırılmış bir arkadaşımız, bize elini uzatır.
Bir savaşta kaybettiğiniz kardeşiniz, omzunuza dokunur.
Bizi terk edip giden kadın, saçlarını savurur rüyamızda.
Adamlarsa kaybettiklerine bakarlar...öyle uzaktan.
Ve uyanırız. Kalbimiz o kavuşmanın ardından gelen ayrılıkla parçalanmış gibidir. “Ne güzeldi,” deriz. Ne güzeldi ve ne dayanılmaz…
Bazı insanlar, rüyaları sadece sinir sisteminin rastlantısal oyunları sanır. Beynin işlevsel boşaltımı, bilinçaltının dışavurumu. Freud, Jung, modern bilimin soğuk açıklamaları… Evet, hepsi doğru olabilir. Fakat bir rüyada annesinin sesini duymuş bir insan için bu açıklamaların pek de anlamı yoktur. Çünkü rüyalar, sadece bilimsel değil; aynı zamanda kişisel mucizelerdir.
Ben mucizelere inanırım.
Çünkü dedemin öldükten sonra da beni sevdiğini rüyalarımda gördüm.
İnsan uyurken değil, rüyasında uyanır bazen.
Heidegger’e göre varoluşun kendisi de bir tür “düşsel uyanış”tır zaten.
Rüyalar, zamanın hükmünü kaybettiği yerlerdir. Ölenler oradadır. Gidenler geri gelir. Söylenemeyen sözler söylenir. Hatta bazen hiç yaşanmamış bir hayatın özlemini çekeriz orada. Belki de o yüzden bu kadar etkileniriz gördüklerimizden.
Rüyalar... Dış dünyanın hükmünün geçmediği o içsel ülke. Orada zaman kırılır. Ölüm geri adım atar. Kavuşmalar mümkün hale gelir. Beyoğlu’nda bir sokakta yıllar önce kaybettiğin dostuna rastlarsın. Deniz kenarında ilk kez öptüğün adamı görürsün. Çocukluğuna dönersin. Benim yerim neresi diye sorguladığın gecede deden kalbini göstererek seslenir:
“Burası.”
Rüyalar... Kalbin kendi sesini en çok duyabildiği yer. Uyanınca unutursun çoğunu ama his kalır. O sabah, yüzün yorgundur ve gözlerin nemli. Çünkü özlediğin biri seni gece ziyarete geldi.
Siz hiç rüyanızda birine sarılıp gözlerinizi açtınız mı? Ya da hiç beklediğiniz o sesin gece sizi bulmasını dilediniz mi? Bu sessiz çağrı, hepimizin içinde bir yerlerde, gizlice yaşar belki de...
Ben bazen rüyalarımı anlatmıyorum. Kimseye. İçimde saklıyorum. Çünkü anlatınca büyüsü bozuluyor. Anlatınca gerçekleşmiş gibi değil de sadece uydurulmuş gibi oluyor.
Oysa ben biliyorum:
O gece dedem gerçekten geldi.
O gece çocukluğuma gerçekten döndüm.
O gece, hiç söylenmeyen bir “özrü” söyledi biri.
Belki de rüyalar, Tanrı’nın bize bir şansıdır. Söyleyemediklerimizi söylememiz, sarılamadıklarımıza sarılmamız için. Gündüz susan kalbimizin, gece cesaret bulmuş hâlidir. Uykunun içinde değil, asıl orada uyanırız biz.
Ve sonra sabah olur. Pencereden ışık girer. Gökyüzü sakince bakar bize. Biriyle buluşmuşuzdur. Belki bir daha asla göremeyeceğimiz biriyle.
O yüzden bazı geceler uyumak üzereyken içimden fısıldıyorum:
“Bu gece gel, olur mu?”