Rekabetin Normlaşması, Benmerkezcilik ve Toplumsal Çözülme
Son yıllarda toplumsal yapılar üzerine ortaya konulan analizler, bireyselciliğin güç kazandığını ve kolektivizmin zayıfladığını gösteriyor. Bu toplumsal dönüşüm, yalnızca bireyin kendini merkeze almasıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda sosyal bağların çözülmesi, dayanışmanın zayıflaması ve nihayetinde toplumsal bütünün erozyona uğraması gibi çok katmanlı sonuçlar doğuruyor.
Bireysel yaşam tarzının yaygınlaşması, çoğunlukla “özgürleşme” ya da “kendini gerçekleştirme” üzerinden meşruiyet kazandırılarak inşa edilmektedir. Ancak sosyolojik bağlamda, bireyin kendisini esas alan bir sosyal yaşam biçimi benimsemesi, uzun vadede toplumsal dokuda derin çatlaklara yol açmaktadır. Ayrıca bireyin yalnızca kendi çıkarlarını öncelemesi, kolektif etik sorumlulukların geri plana itilmesine de neden olur. Bu dönüşümün kültürel temsillerinden biri de halk arasında sıkça atıf yapılan şu ifadedir: “Kurtlukta düşeni yemek kanundur.”
En nihayetinde bu türden metaforlar, neoliberal dönemin rekabetçi söylemleriyle birlikte ele alındığında, dayanışma yerine çatışmayı, empati yerine çıkarı yücelten bir düşüncenin içselleştirildiğini gösterir. Artık düşenin yanında olmak değil, düşüşünü fırsata çevirmek övülen bir davranış haline gelmiştir. Sosyal sermaye zayıflamış, toplumsal güven kaybolmuş, kolektif dayanışma refleksi ortadan kalmıştır.
Radikal görüşleriyle tanınan Emile Durkheim’in anomi kavramıyla tanımladığı, normların belirsizleştiği ve bireyin kendini toplumdan kopuk hissettiği durumlar, toplumumuzda gözlemlenmektedir. Normatif çözülmenin eşlik ettiği bu süreç, aynı zamanda bireyin sorumluluktan kaçınmasını ve sosyal yükümlülüklerini reddetmesini de kolaylaştırmaktadır. Toplumsal ilişkiler; iş birliği ve yardımlaşma yerine pragmatist, oportünist ve geçici bağlara dönüşmektedir. Oysa insan, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda sosyal bir varlıktır. İnsanı var eden, yalnızca kendi kapasitesi değil; birlikte yaşama iradesi, ötekine duyduğu sorumluluk ve kolektif bir yaşam inşa etme çabasıdır. Bu yüzden Emile Durkheim’in anomi kavramı kadar “solidarizm”i de toplumumuzda karşılık bulmalıdır.
Ayrışma çağımızın en belirgin olgularından biri hâline gelmiştir. Bugün ise yaşadığımız toplumsal kopuşları ve duygusal izolasyonu anlamlandırmak için, yalnızca ekonomik ya da teknolojik dönüşümlere değil, aynı zamanda birey-toplum ilişkisini yeniden inşa edecek etik ve normatif zemine de odaklanmamız gerekmektedir. Aksi halde “kurt” metaforunun hegemonyasında şekillenen toplumsal ilişkiler, bizi ortak bir yaşam tahayyülünden iyice uzaklaştıracaktır.
Toplumu yeniden inşa edebilmek için, yalnızca yapısal reformlara değil; bireylerin toplumsal sorumluluk duygusuyla yeniden bağ kurmasına ihtiyaç vardır. Düşeni kaldırmak, yalnızca insani değil; aynı zamanda toplumsal bir yükümlülüktür.