İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5106 %0.02
49,5454 %-0.11
5.770,90 % 0,31
91.206,44 %-1.717
Ara

Yalın tutkuya dair: Ernaux’nun aynasında...

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Yalın tutkuya dair: Ernaux’nun aynasında...

Bazı tutkular olur ki kimse bilmeden yaşanır. Ne başlangıcı bellidir ne de sonu. Hatta çoğu zaman adını dahi bilmezsiniz. Sadece size bir şey oluyordur. Günler tuhaf biçimde değişir, zaman bükülür, tanıdık şeyler yabancılaşır. Gelip geçici bir şey sandığınız o duygu, bir sabah uyandığınızda hayatınızın merkezinde oturuyordur.

Bekleyişin bir hayat tarzına dönüşmesi mümkün müdür?

Bir bekleyiş başlar. Sessiz, gerekçesiz bir bekleyiştir bu. Ne beklenti tam olarak vardır ne de ümitsizlik. Ne aşk diyebilirsiniz buna ne de tam olarak bir yalnızlık. Fakat içinizi kavuran bir şey vardır. Her gün biraz daha derine çekilir. Kimselere anlatamadığınız bir bağlılık bir alışkanlık değil sadece -bir tutku: yalın, gösterişsiz.

Belki de iç gıcıklayan yanı da budur. Çünkü görünmez olanın kapladığı yer daha fazladır içimizde.

Aşkın gündelik yaşamı nasıl silip süpürdüğüne dair...

Tutkuyu düşündüğümüzde zihnimizde genellikle yoğunlukla dolu bir sahne belirir. Büyük sözler, yakıcı duygular, gözyaşları, çarpışmalar, dramatik ayrılıklar… Oysa bazı tutkular sessizdir. Ne bir gösteriye ihtiyaç duyarlar ne de onlara isim verilmesine. Bir varlık gibi yaşarlar insanın içinde; doğrudan, yalın ve kaçınılmaz. Aşkın değil, arzunun merkezde olduğu, açıklamaya değil; yaşamaya çağıran bir sessizliktir bu.

Belki de en gerçek olanı, bu gösterişsizliğiyle yüzleşilmesi en zor olanıdır.

Yalın tutkular, tanımlanamayan ama silinmeyen duygular gibidir. Onlara ne bir kimlik verilebilir ne de bir gelecek. Var oluşları, şimdiki zamana saplanmıştır. Evet, şimdi de yaşanır. Gelirler, yaşanırlar, içte bir yankı bırakırlar. Bu tutkular çoğu zaman toplumun gözünden uzakta, gündelik hayatın içinde sessizce büyür. İşte bu yüzden de görünmezdirler. Ancak görünmez olmaları, etkisiz oldukları anlamına gelmez. Aksine, hayatın merkezine yerleşip tüm zaman algımızı, ilişkilerimizi hatta benliğimizi dönüştürürler.

Bu görünmezliğe bir örnek aradığımızda karşımıza Annie Ernaux’nun Yalın Tutku adlı eseri gelir. Ernaux, bu kısa romanında anlatıcının evli bir adamla yaşadığı ilişkiyi hiçbir süsleme, idealleştirme olmadan, yalnızca yalın bir tutkuyla anlatır. Ne bir aşk destanı vardır metinde ne de ahlaki bir sorgulama. Sürükleyici yanı da budur. Sadece bekleyiş, arzu, boşluk ve zaman…

Bu kısa ama sarsıcı roman, aşkı yeniden düşünmemize neden oluyor. Çünkü onun anlattığı aşk, bir kadının sessizliğinde büyüyen, topluma anlatılmayan hatta belki kadının kendisine bile itiraf edemediği bir tutkudur.

Bu her zaman evli bir adam olmayabilir. Gizli bir aşk, ulaşılamayan kişi, zamansız bir tutku, yaşanamayacak bir sevgi... Yasakların gölgesinde gizlenen, toplumun yargısıyla engellenebilecek; yaş farkının ya da sosyal statü farkının yaratığı uçurumlarla imkansızlaşan aşklar da diyebiliriz.

Kadının yalnızca bedeniyle yaşadığı bir ilişki değil -zamanla kaynaşan tutkunun izleri...

Romanda olay yok denecek kadar azdır. Anlatıcı bir kadındır, kim olduğu belli değildir; sevdiği adamın adını da öğrenemeyiz. Bizi ilgilendiren şey bu kadının iç dünyasıdır. Onun “bekleyişi”, “hazırlanışı”, “umutla telefonu açışı” ya da “adamın gelmediği günlerde yaşadığı boşluk” anlatının merkezindedir.

Zaman, adamın gelişine ve gidişine göre akar.

Kadın, kendisini tamamen bu ilişkiye adar; işine, arkadaşlarına, gündelik hayatına yabancılaşır. Fakat bunu bir kurban edasıyla değil, neredeyse bilinçli bir teslimiyetle yapar. Çünkü o, aşkı bir sonuç değil; bir süreç olarak yaşar:

“Hala tutkunun zamanında yaşıyorum,” sözüyle onu ifade eder.

Ernaux, şimdiden yaşamayı bir teslimeyete dönüştürmüştür: “Bu adamın beni düşündüğünü gösteren en küçük bir işaret, bir kelime, bir telefon araması, günün tüm anlamını değiştiriyordu,” der. İşte yalın tutkunun en çıplak hali budur. Günün anlamının bir işarete, bir sese, bir belirsizliğe bağlı hale gelmesi... Bu aşk değildir; aşk adını taşımaktan bile kaçınan bir bağlılıktır. Bu bir teslimiyettir -gönüllü, sessiz ve görünmeyen bir teslimiyet.

Belki de bu tür tutkuların temelinde dikkat vardır. Karşıdaki kişinin her hareketini fark etmek, onun varlığına odaklanmak, kendi varlığını onun gelişine göre kurmak. Simone Weil,Dikkat, cömertliğin en nadir ve en saf halidir,” der. Dikkati, en üst düzeyde ele alarak, dua ile aynı şey olduğunu söyler. Onun varlığı inanç ve sevgiyi gerektirir. “Kesinlikle saf dikkat, duadır,” der.

Bu odaklanma biçimi, bildiğimiz alelade aşk anlayışından farklıdır. Bir talep, bir hedef ya da bir karşılık beklemez. Bu nedenle saf ve çırılçıplaktır. Tehlikeli olan da budur zaten. Çünkü bu tür tutkular, insanı besler gibi görünürken bir bilinmezin içine sürükler.

Sonu mu? Sonu herkesin kendi hikayesinde gizli. Bu yüzden yaşanmak ister.

Yalın tutkular, çoğu zaman kadınların dünyasında saklanır. Toplum, kadının arzusunu ya görmezden gelir ya da onu istediği gibi şekillendirmeye çalışır. Kadın arzuladığında, bu “aşk” gibi yüce bir kavrama dönüştürülerek yumuşatılır değil mi! Oysa Annie Ernaux’nun yazdığı şey tam da bu dönüşümün reddidir. Kadın arzular, bekler, özler, unutamaz. Fakat bunu süslemeksizin, kutsamaksızın yapar:

“Bir tutku yaşıyorum.”

Kadının adama yakınlaştığı bir tek zaman vardır: Adamın gidişi. Ernaux, aşkın sahip olma değil; yitirme deneyimiyle nasıl derinleştiğini böylelikle ortaya koyar. Arzunun ve yoksunluğun kesiştiği noktayı görürüz. Bazen en derin yakınlık, yoksunlukla yaşanır. Varlığın değil, yokluğun getirdiği bir yakınlıktır bu. Belki de modern insanın yaşadığı aşkların çoğu budur: Gerçekleşmeyen, tamamlanmayan ama bir türlü de geçip gitmeyen.

Slavoj Zizek, göre aşk, boşlukta inşa edilir. Eksik olanın etrafında döner. Hep biraz uzaktadır ama tam da bu eksiklik sayesinde var olur. Yalın Tutku da bu durumu ortaya koyar. Kadın ne adamı elde etmeye çalışır ne de ilişkiyi tanımlamak ister. Onun arzusu, bir varlık değil; eksiklik deneyimi olarak yaşanır.

Bu eksiklik, onu hayatta tutar. Çünkü günün sonunda öğrendiği bir şey vardır: Çocukken lüks, onun için kürkler ve villalarken zamanla entelektüel bir yaşam olduğuna inanmıştır. Şimdi ise lüksün birine olan tutkuyu yaşayabilmek olduğunu fark eder. Adamın varlığının kattığı bu şeyi bir bağışın geri ödemesi gibi yazıya döker.

Bu metnin en çarpıcı yönü belki de şudur: Kadın bu tutkuyu sadece yaşamakla kalmaz, onu yazar. Yazmak bir tanıklık bir direniştir. Yazdığında yaşadığını inkâr edemez. Fakat aynı zamanda bu tutkuyu yeniden kurar ve sahiplenir. Yazı, tutkunun mezarı değil; onun başka bir biçimde var olmaya devam ettiği yerdir.

Bugün hâlâ birçok kadın, yaşadığı tutkuları anlatamaz. Onlara ya “abartı” denir ya da “mantıksızlık”. Ancak asıl sorun, tutkuların yeterince “süslü” olmayışındadır. Oysa hayatı kökten sarsan duygular, çoğu zaman yalın, sessiz ve görünmezdir.

Aşk sadece bir bireyin yaşadığı duygu değildir; aynı zamanda bir toplumsal pozisyondur. Kadının bekleyen, susan, özleyen, terk edilen olması neredeyse bir norm haline gelmiştir. Ernaux’nun yaptığı şey bu sessizliği yazıya dönüştürmek ve ona bir yüz vermektir. Ernaux, bu sessizliği yazıya dökerek yıkar.

Yalın tutkular, konuşulmaz. Adı yoktur, şekli yoktur, sözcüğü yoktur ancak yaşanır. Ve yaşandıkça insanın dilini, bedenini, zaman algısını dönüştürür. Onları anlatmak değil, tanımak gerekir. Ernaux bunu yapar. O yalnızca bir kadının aşkını anlatmaz; hepimizin sustuğu, ertelediği, unuttuğu ya da hiç yaşanmasına izin vermediği tutkulara da bize elindeki bu romanla ayna tutar.

Bize, sadece “büyük aşkları” değil; sustuğumuz ve isim koyamadığımız duyguları da yaşayabileceğimizi hatta yazabileceğimizi gösterir. Adı konmamış, görülmemiş tutkular; kimsenin dokunamayacağı etkiler yaratır.

En yalın olan, en yakıcı olandır.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *