
İçimizdeki Ormanın Adı: Zeus

Ben bir kafeste yaşayamam. İçimde orman büyüyor.
Geçtiğimiz günlerde Antalya’nın Manavgat ilçesinde ormanın krallarından biri, adı Zeus olan bir aslan, kafesinden kaçtı. Tellere, duvarlara ve muhtemelen kendi kafesine sığmayan ve doğasını hatırlayan bir aslan. Kafesinden, beton duvarların arasından, insanların gözlerinin içine bakarak yürüdü. Ne için? Özgürlük mü? Yoksa amacı sadece içgüdüyle yeşili, toprağı, güneşi aramak mıydı?
Bu bir hayvanın değil, bir sistemin hikâyesi. Kendi özgürlüğünü kısıtladıkları gibi, hayvanların da sadece “seyirlik” olması gerektiğine inanan zihniyetin portresiydi bu.
Bir hayvanın kaçışında, hepimizin özgürlük arzusu saklıydı.
Onun için “kaçtı” dediler ama aslında o, doğasına geri döndü. Bu tek kelime bile ne kadar yetersizdir onun hikayesini anlatmaya. “Buraya ait değilim” demenin en hayvanca, en onurlu halini gösterdi Zeus. Çünkü özgürlük, sadece bir mekândan kaçmak değil; esaretin her türlüsüne başkaldırmaktır. Zeus, o zincirleri kırdı ve yürüdü.
Özgürlük, sadece kaçmak değil, yürümektir; cesaretle ve umutla…
Bu kaçışın bedelini 53 yaşındaki bir çiftçi korkulu dakikalarla ve ağır yaralarla, Zeus ise hayatıyla ödedi. Fakat asıl soru şu: Bu olayda gerçekten kim suçlu?
Kafesten kaçan mı? Kafese kapatan mı?
Land of Lions'ın web sitesi, parkın otuzdan fazla hayvandan oluşan “Dünyanın en büyük aslan ailesine” ev sahipliği yaptığını iddia ediyor. Ayrıca kaplanlar, ayılar ve kurtlar da bulunuyor. Modern dünyanın estetikle süslediği hapishaneler. Oradaki hayvanların ne yaşadığını ve nasıl hissettiğini hiç düşündük mü? Parmaklıklar ardında geçen sessiz ömürleri...
Evet ne yazık ki, Zeus’un bu yürüyüşü onun hayatına mal oldu. Özgürlük arayışı, bazen hayat pahasına olsa da insanlığın en değerli yolculuğudur. Tüm canlıların... Belki de Zeus’un ölümü, sadece bir aslanın ölümü değildir; bizim doğaya, özgürlüğe, yaşam hakkına karşı ne kadar aciz kaldığımızın da bir aynasıdır.
Zeus’un hikayesi bana, yıllar önce okuduğum ve içimde derin izler bırakan Yusuf Peygamber’in hikayesini hatırlatıyor. Yusuf… O da bir kuyuya atılmıştı. Kardeşlerinin kıskançlığı ve haksızlığıyla esir düşmüştü karanlık bir kuyuda, umutla sarılı küçücük yüreğiyle.
Yalnızca bedeninin değil, ruhunun da esaretini çekti. Çünkü beklemediği, konduramadığı ve zararının dokunmadığı kimseler tarafından yapılmıştı bu zulüm. Kardeşleri... Üstelik büyükleriydi onlar. Onu koruyacak kollayacak güce sahiplerdi.
Tüm bunlara rağmen ne kuyunun soğuğu ne de zalimlerin elleri onun içindeki özgürlük ateşini söndüremedi. Yusuf, kaderin acımasızlığına karşı koyarken sabrı, metaneti ve inancıyla ışığını yaktı. O ışık, en karanlık yerde bile yolunu bulmasını sağladı.
Asıl esaret, umutsuzluktur; umudu kaybetmeyelim.
Zeus da bu savaşı verdi. Onun pençeleri, kendi doğasına geri dönmek isteyen bir ruhun simgesiydi. Bir kafese sığamazdı. O sadece hayvan değildi, doğanın özgürlük çığlığıydı. Fakat bu çağrı, biz insanlar için rahatsız ediciydi. Onu susturmak için ateş saçıldı ve sonunda vurularak öldürüldü.
Belki birkaç saatliğine, belki de son nefesine dek özgürdü. Biz insanlar ise ne zaman kontrolü kaybetsek silaha sarılırız. Zeus’a da aynısını yaptık. Onu vurduk. Çünkü o bir “tehditti”.
Özgürlüğü hatırlatanları, “tehlikeli” ilan ederiz.
Peki, doğayı parça parça yutup sonra onun çığlığını tehdit saymak bize ne kazandırıyor?
İşte burada trajedi başlıyor: Özgürlük, bazen hayat pahasına elde edilmek zorunda kalınan bir erdemdir. Ancak bizler, zincirlerini kıranlara karşı savaş açıyoruz. Asıl sorgulamamız gereken, kimlerin kime zincir vurduğu değil midir?
Bizler doğayı esaret altına mı alıyoruz? Doğa bize kendi yasalarını mı hatırlatıyor?
Yusuf’un yolculuğu ve Zeus’un yürüyüşü, bize aynı gerçeği fısıldıyor: Zincirler sadece demirden değildir. Korkularımız, cehaletimiz, tahammülsüzlüğümüz en büyük esaretimizdir. Özgürlük, öncelikle zihnin, vicdanın ve ruhun kurtuluşudur. Ve bu kurtuluşu gerçekleştirmek için bazen konfor alanlarımızı, alışkanlıklarımızı hatta korkularımızı yıkmak gerekir.
Özgürlük, cesaret edenlerin hikayesidir. Tıpkı Zeus ve Yusuf Peygamber gibi…
Belki de Zeus’un ölümü, sadece bir hayvanın ölümü değildir; bizim insanlık olarak doğayla, özgürlükle ve kendimizle yüzleşme sınavımızdır. Zeus ve Yusuf’un hikayelerinde saklı olan budur: Zincirler ve duvarlar, esaretin somut yüzü olabilir; ama asıl esaret, korkularımızda, önyargılarımızda, vicdansızlıklarımızdadır. Kafeslerimizi açmadığımız sürece, içimizdeki aslan hep susacaktır. Bizler, zincirlerimizi kırmak için değil, onları korumak için daha çok sebepler bulacağız. Bu yüzden soruyorum:
Bu kafesin içinde kim daha vahşi?
Özgürlüğe yürüyen mi yoksa onu susturmaya çalışan mı?
Zeus artık yok ama o sabahın sessizliğini boğan kükremesi kulaklarımızda kalmalı. Çünkü o, bir uyarıydı. Hem doğa için hem de insanlık için. Bu yüzden Zeus'un ölümünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamalı. Bazı ölümler, sadece bir can kaybı değildir; bir yansımadır. Bize en çıplak halimizi gösteren.
Bugün Zeus yok. Ama bize bir şey bıraktı:
Çitin öbür tarafının hayalini.
Belki de uzun zaman sonra ilk kez o an yaşadı. Ve biz, onu ancak öldüğünde fark ettik. Bugün, bir çiftçi hayatta ve bu çok değerli. Ancak bir aslan yok artık. Belki de mesele, ikisini aynı anda yaşatabilmenin yollarını aramaktır.
Unutmayalım ki, bir gün herkes kendi doğasına dönecek.
Tüm Zeuslar...
Roşan ORHAN