Övgüyle zincirlenenler: Güç ve itaatin gizli yüzü
“Efendin tarafından sevilip övüldün diye daha az mı kölesin?”
Blaise Pascal’ın bu sözü, yüzyıllar öncesinden bugüne uzanan bir yankı gibi. İktidar ve özgürlük arasındaki o bulanık sınırda insanın kendine sorması gereken temel bir soru bırakıyor ardında: Sevgiyle süslenen kölelik, kölelik olmaktan çıkar mı?
İnsan onuru çoğu zaman özgürlükle ilişkilendirilir. Ne var ki tarih boyunca iktidar sahipleri, kölelik düzenlerini yalnızca zorla değil, övgüyle, hediyelerle, iltifatlarla da kurmuşlardır. Sevilen, övülen, pohpohlanan kişi, farkında olmadan bir bağlılık ilişkisi içine sürüklenir. Sevildiğini zannederken aslında kendini efendisinin menfaatlerine hizmet etmeye adar. Aldous Huxley, ise “İnsanlığa hizmet edenler onur ve anımsamayı hak ederler,” der. Ancak çoğu zaman, insanlığa değil efendilerine hizmet edenler övgülere boğulur.
Bu durum bireysel ilişkilerden devlet-toplum ilişkilerine, iş yerlerinden siyasi yapılara kadar tekrar eder. Patronun “aileden biri gibi” davrandığı işçisinden, liderin “milletine aşkla bağlı” görünen vatandaşlarına kadar herkes bir şekilde bu gönüllü kölelik oyununa dahil olur. Çünkü sevildiğini hissetmek, insanın en temel zaaflarından biridir.
Bugün bireysel yaşamlarımızdan toplumsal yapılarımıza kadar, bu sorunun yankısını duymamak mümkün değil. Bir öğretmen düşünelim: Yöneticileri tarafından sevildiğinde, bu sevgiyi kazanmak için çaba gösterdiğinde bulunduğu konumda neden daha uzun ömürlü olur? Çünkü başarı tek başına yetmez; uyum, biat, ‘ekip ruhu’ denen o belirsiz şeye dahil olması gerekir. Öğrenci ve eğitim odaklı olan idealist öğretmenlerin çoğu zaman kulakları şu sözlerle çınlar: Başarılı fakat bize uygun değil; şimdilik bizimle beraber olabilir, yarın muallak...”
Başarılı fakat biraz sığıntı...
“Çünkü yalnızca işini yapıyor. Odağını bana da vermesi lazım,” diyor efendisi. Bir diğeri ise hapını almıştır koşarak çıkar merdivenleri. Soma hapıdır bu. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya adlı distopik romanını hatırlayalım. Huxley’nin dünyasında insanlar zorla değil, hazla, mutlulukla, övgüyle kontrol edilir. “Toplumun mutluluğunu sağlamak için bireysel özgürlükten vazgeçilmelidir,” fikriyle şekillenen bu evrende, halk Soma adlı mutluluk haplarıyla, sürekli verilen ödüllerle zincirlenir. Kişiler, kendilerini özgür ve mutlu zannederken, aslında görünmez zincirlere sıkı sıkıya bağlıdır.
Oysa mutlu olan köle, özgürlük isteyen isyankardan daha korkunçtur. Çünkü bireyler mutsuz olduklarında düşünmek, sorgulamak yerine soma yani övgü hapını alıp uyuşmayı tercih ederler. Sistemin onları uyuşuk, tepkisiz ve kolay yönetilebilir yapmasının aracı budur. Bu durumdan haz alır ve başka olana pencerelerini kapatmıştır. Atıp kurtulmak onarmaktan kolay gelir. Yok saymak ve görmemek olacakları...
Halılarının altları oldukça kabarıktır. Görmezden geldikleri ve onarmak yerine süpürdükleri bu tepeler övülen kölelerin yerleşim yerleridir. Bunların arasında eğer “Farklıysan yalnızlığa mahkûm oluyorsun, yalnız olana acımasız davranıyorlar,” diyerek ekler Huxley.
Diğer mesleklerde durum farklı mı? Özellikle öğretmenler kadar iş tanımı dışında fedakârlık yapması beklenen bir başka meslek daha var mı? Temizlik, boya, badana, hediyeler, beslenme hatta kimi zaman öğrencinin kişisel bakımına kadar uzanan bir fedakârlık zinciri... İdeallerinden günbegün uzaklaşan o meslek âşıkları, hangi noktaya kadar gerilemeyi göze alıyor?
Peki bu motivasyon nereden gelir?
İltifatlar, zincirleri görünmez kılar. Kimi zaman en tehlikeli kölelik, fark edilmeyenidir. İktidarların kullandığı en güçlü araç zorbalık değil, rıza üretmektir. İlginç olan farkında olmasına rağmen bundan haz duyan kölelerdir. Farkında fakat bu ihtimal bile ona umut veriyor: Sevilebilme ihtimali. Bunun bir marifet olduğunu düşünüp çıktığı övülen kölelerin tepesinde eleştiriler, üzerindekileri bir bir hırpalar. Derisine kadar. Tepe sanılan bu yerde düşünülmesi gereken şudur:
Kendini sevmeyen birini hangi efendi memnun edebilir?
Cesaret etmemiz gereken şey kendi elimizden tutmak. Herkesin gidebilme her şeyin bitebilme ihtimalini düşünerek buna cesaret edebilmek. Yine Cesur Yeni Dünya’da Bernard-Marx, kendi olma yolculuğunda dışlanmayı ve hor görülmeyi oldukça hissetmişti. Tüm ızdırabına rağmen Lenina'nın ona uzattığı yarım gramlı ahududu dondurmasını geri çekti. “Kendim olmayı yeğlerim” dedi. “Suratsız da olsa kendim olayım. Ne kadar neşeliyse de başka biri olmak istemem.”
Bugün, özgürlükten söz ettiğimizde yalnızca zincirleri kırmaktan değil, övgülerin, pohpohlamaların, hediyelerin ardındaki hesapları görebilme cesaretinden söz etmeliyiz. Başladığımız noktaya dönecek olursak Blaise Pascal’ın yüzyıllar öncesinden sorduğu bu soru hâlâ geçerliliğini koruyor: Efendin tarafından sevilip övüldün diye daha az mı kölesin?
Sevgiyle süslenen kölelik, gerçekten özgürlük müdür?
Gerçek özgürlük, zincirleri kırmadan önce onları görebilme cesaretidir. Kendi elimizi tutmadan ve bizi sevenlerin neden sevdiğinin farkındalığına varmadan özgür olduğumuzu iddia edemeyiz. Çünkü övgülerle parlatılan zincirlerin, demir zincirlerden daha ağır bedelleri vardır: Kendinden uzaklaşmak gibi.