İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
42,5276 %0.06
49,6324 %0.06
5.774,96 % 0,38
92.128,19 %-1.023
Ara

“Süreç” Üzerine Birtakım Endişeler

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
“Süreç” Üzerine Birtakım Endişeler

Türkiye’de yaşayan biz yurttaşlar, bütün bu otoriterleşme dalgası içerisinde, garip bir süreci deneyimliyoruz. Sürecin resmi bir ismi sanıyorum yok, kimisi için “barış” kimisi için yeniden “çözüm”. Ben de bu yazıda, birkaç siyasi elit dışında ne olduğunu ve neler döndüğünü kimsenin pek anlamlandıramadığı bu isimsiz süreci, Türkiye’nin mevcut siyasal gerçekliğinden kopmadan, anlamaya çalışacağım. 

Açıkçası söz konusu süreç hakkında bugüne kadar yorum yapmaktan bilerek kaçındım. Çünkü şu ana kadar bu “süreç" hakkındaki bilgilerimiz ve yorumlamalarımız; birtakım siyasal elitin ve aktörün söylemleri üzerinden hermeneutik yoluyla anlam kazıma çabamızdan ibaret. Ülkenin 50 yıldır kanayan yarası olan, toplumun bütün kesimlerinde giderilmesi zor travmalar bırakmış terör olgusunun; bu kadar kamuoyundan ve sivil toplumdan uzak bir şekilde, birtakım siyasi grup veya elitin pazarlığıyla yürütülerek toplumsal mutabakatın sağlanabileceğini düşünmek -bence- bu toplumu biraz hafife almaktır. 

Kürt sorununun olup olmadığına yönelik bir tartışma yapmayı özellikle son yaşananlardan sonra anlamsız buluyorum. Zira bana kalırsa Kürt seçmenlerinin çok büyük bir kısmının yıllardır bu sorunun varlığı üzerinden politika üreten bir siyasi partiye yüksek oranda destek vermesi, bu konunun gerçekliğine dair net bir siyasal girdi. Yine de bugüne kadar bu girdiyi farklı şekillerde okumak veya değerlendirmek elbette mümkündü. Ancak bugünün politik gerçekliğinde, ülkenin milliyetçilerini temsil etme iddiası güden bir partinin bu adı konulmamış sürecin başat aktörü olması, bu soruna dair gelecekte yapacağımız tartışmaların muhteviyatını değiştiriyor. 

Daha önceki yazılarımın satır aralarında bu süreci temelsiz bulduğumu söylemiş, bu yöntemle ortak bir toplumsal mutabakata varılamayacağını düşündüğümü belirtmiştim. Ancak yine de siyasilerin zemin yokladığı tahminiyle sürecin olgunlaşmadan konuşulmasının bayağı analizler getirebileceğine kanaat getirmiştim. Bugün gelinen nokta bu naif düşüncemin ne kadar anlamsız olduğunu bana göstermiş oldu.

Türkiye, -mevcut Cumhurbaşkanının geçmişte kullandığı tabirle- çok fazla ideolojik fay hattının bir arada yaşandığı bir ülke. Ancak bu ülkede toplumsal kutuplaşmanın görülebilmesi için bu “ideolojik fay hatlarının" kalın çizgilerle bölünmesine gerek yok. Türkiye’de kutuplaşma sosyal kimliklerden bağımsız olarak, aynı gelenekten gelen farklı kadroların birbirleriyle olan kavgasıyla da görülebiliyor. Zira 2023 seçimlerinde iktidar ve muhalefet bloğunu irdelediğimizde iki ittifak modelinin de somut bir ideolojik zemine oturmayan “çatı” koalisyonlar şeklinde kümelendiğini görmüştük. Buradan Türkiye’deki sosyal grupların kendilerine yakın siyasi partilere oy verme eğiliminin olmadığı sonucu çıkarılmamalı, yanlış anlaşılmasın.

Türkiye’deki parti elitleri, keskin ideolojik hatlar üzerinden politika üretmiyor. Denge mekanizmalarımızın zayıf olması, sivil toplumumuzun yeterince gelişmemiş olması ve siyasi partilerimizin karar alma süreçlerinin büyük bir kısmını “politbüro" benzeri şekillerde kümelenmiş genel başkana yakın elitler tarafından üretiliyor oluşu; partilerin tabandaki hassasiyetleri dikkate almadan manevralar yapabilmesine imkan sağlıyor. Bunu bir avantaj olarak değerlendirenler olsa da bu olgunun uzun vadeli süreçte ülkenin demokratikleşmesine zarar verdiğini düşünüyorum.

Naçizane düşünceme göre Türkiye’de çoğulcu bir anlayışla kurgulanacak yeni parlamenter sistemi, memleketi Batı’ya entegre etmek için atılması gereken bir adım olarak pazarlamamamız gerekiyor. Son süreçlerin ardından parlamenter sistem, ülkemizin bu coğrafyada üniter bir yapıda hayatta kalabilmesi için ihtiyacını duyduğu gerekli bir istikamet haline gelmiştir. Ve inanıyorum ki bu istikamet, iniş ve çıkışlarla sınanan demokratikleşme serüvenimizin önemli bir eşiğini temsil edecek.

Sürece dönersek eğer, bugün kamuoyundan ve parlamentodan uzak oluşturulacak herhangi bir “barış" girişiminin ülkeye orta vadede zarar vereceğinden endişe ediyorum. “En kötü barış savaştan iyidir" düsturuyla yürütülen sürece pek inanmıyorum. Toplumun çok büyük bir kısmının desteklemediği bir girişimin basit bir siyasi tasarı çabasından öteye gidemeyeceğini tahmin ediyorum. 

19 Mart’tan sonra Türkiye otoriter rekabetçi bir sistemden kapalı otoriter bir sisteme doğru savruluyor. Türkiye’de bugüne kadar görülen kelle koltukta yapılan riskli siyaset pratiğine rağmen, 19 Mart’tan sonra muhalefete karşı başlatılan “yargı hücumu", siyasetimizin yazılı olmayan kurallarının da çok ötesinde bir girişim. 

Kamuoyu araştırmalarında birinci sırada bulunan ana muhalefet partisinin dışarıda bırakıldığı,  parlamentoda temsil edilen siyasi grupların bilgilendirilmediği; sivil toplumla beraber yürütülmeyen ve entelektüel çevrelerin desteğini alamayan bir sürecin sağlam bir temelle inşa olamayacağı fikrindeyim. Bu koşullar altında, siyasal sistemdeki girdileri okumaktan aciz mevcut hükümet sisteminin bu süreci kalıcı bir toplumsal mutabakatla sonuçlandıracağına inanmak fazla iyimser bir beklenti olur.

Konuyla ilgili şerh düşmek istediğim bir husus daha var. Naçizane bir tarihçi adayı olarak en kötü barışın savaştan daha iyi olmadığını düşünüyorum. Müzakereleri yapan tarafların birbirlerinin çıkarlarını da gözetmeden yaptığı veya meşru bir toplumsal temele dayandırılmadan oldubittiye getirilerek sonuçlandırılan barışların, kısa ve orta vadede daha büyük çatışmalara neden olduğunu unutmamamız gerekiyor.

Ek olarak terör örgütünün fesih bildirgesinde hedef alınan Lozan’a değinmek istiyorum. Bugünden takribi 102 yıl önce imzalanmış Lozan’ın elbette mevcut siyasal atmosfere uymayan, eskimiş hükümleri olabilir. Ancak Lozan’ın öncesiyle sonrasın karşılaştırıldığında sonuç çok açık. XIX. yüzyılda iç karışıklıklarla hayli yıpranan Anadolu coğrafyası Lozan’ın ve Cumhuriyet’in akabindeki yüzyılda görece daha istikrarlı bir görünüme kavuşmuştur. Daha olgun bir siyasal zemin oluşmadan; 1924 Anayasası’nın ve Lozan’ın oluşturmuş olduğu Cumhuriyet kazanımlarını anakronizm kokulu bir perspektiften küçümsemenin ve sorgulamanın, ülkenin mevcut gerçekliğine yapıcı hiçbir katkısı olmayacaktır.

Fikirlerimi toparlamam gerekirse Türkiye’nin bugün yüzleştiği en büyük sorun; siyasal iktidarın toplumsal mutabakat oluşturabilecek meşruiyeti kaybetmiş olmasıdır. Halihazırda ülkenin birinci partisiyle yargı yoluyla topyekûn bir çatışma sürdüren otokrat güdülere sahip mevcut iktidardan toplumsal bir uzlaşıya dayanan demokratik bir çözüm üretmesini beklemek bence fazla iyi niyetli bir kanaat olacaktır. Bozuk bir sistemden sağlıklı çözüm, otokrat liderlerden de demokratik çözüm çıkmayacaktır.

Bütün vatandaşların kendisini eşit hissedeceği; bütün sosyal kimliklerin aynı anda dışlanmadan barınabileceği; çoğulcu, şeffaf ve meşru yöntemlerle bu sorunları aşacağımız bir Türkiye diliyor ve düşlüyorum. 

Bir daha terörü ve terörün yaşattığı acıları deneyimlemeyecek; bir ve müstakil Türkiye diliyor ve düşlüyorum.

Ve en nihayetinde sokakta birbirimizin yüzüne gülerek bakabileceğimiz, kimseyi kimliğinden ötürü ayrıştırmadığımız bir Türkiye diliyor ve düşlüyorum. 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *