İstanbul
Kapalı
14°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
38,8949 %0.36
43,4533 %-0.25
4.001,01 % -0,81
103.194,17 %-0.74
Ara

CHP 21. Olağanüstü, “İrade Milletindir” Kurultayı: Çoğulculuğun Tek Sesi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
CHP 21. Olağanüstü, “İrade Milletindir” Kurultayı: Çoğulculuğun Tek Sesi

Bir önceki yazımın başlığında yer alan “Artık Hepimiz İmamoğlu’yuz” ifadesi, bazılarınca yanlış anlaşılmış; bu nedenle bir açıklamayı borç biliyorum.

O söz, kişisel bir kanaatin değil, Saraçhane’de, Maltepe’de adalet, özgürlük ve eşitlik talebiyle toplanan binlerce insanın, aslında İmamoğlu’nun çok ötesine geçen, hatta pek çoğu için belki de İmamoğlu ile ilgisi bile olmayan duygusunun ifadesiydi. Elbette ben, siyaseti yalnızca isimler üzerinden değil, ilkeler ve tutarlılık üzerinden okuyan bir yerden bakıyorum. Bu nedenle duyguya sahip çıkarken, eleştirel mesafeyi korumayı da önemsiyorum. Başlığa taşıdığım ses, meydanlara dökülen, anayasal protesto haklarını kullandıkları için günlerdir haksız yere içeride olan o gençlerin, o insanların sesiydi.

O söz, düz anlamının çok ötesinde, binlerce insanın ortaklaştığı sembolik bir mesajdı. O gün orada dile gelen “İmamoğlu olmak”, tek bir kişiye değil; bir haksızlığa karşı durmanın, adalet talebinde buluşmanın ifadesiydi. Bu yüzden o cümleyi, sözlük anlamına hapsedip orada bırakmak, yanlış anlamak olacaktır. O meydanları dolduran ruhu duyulur kılmak istedim sadece, o kadar.

“Hepimiz İmamoğlu’yuz” sözü, bir hak talebinin sembolüdür; ama bu sembol, sorgulamanın önüne perde çekmemeli. Bugün, “Erdoğan’ın dişine göre” diyerek desteklenen bir siyasetçinin, sadece rakibine benzediği için meşrulaştırılması, sakatlanmış bir aklın ürünüdür.

Doğru yerde durmanın, onurlu mücadele vermenin, erdemli kalmanın ölçüsü; yalnızca kazanmaya ya da kaybetmeye değil, nasıl kazanıldığına veya nasıl kaybedildiğine de bakmaktır. Cumhuriyet değerlerini sahiplenmek, onları hatırlamak değil; onlara halel getirmemektir. Atatürk’ü ya da çağdaşlık iddiasını, şahsi hataların perdesi haline getirmek, o değerlerin ruhuna aykırıdır… Biz hala bu görüşteyiz.

Tarih, yalnızca olanı değil, olması gerekeni de yazar.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 21. olağanüstü kurultayı, "olağanüstü" değil; adeta "olağandışı" bir ruh haliyle gerçekleşti.

Listeler çarşaf olarak sunulduysa da, blok bir eğilim sahaya yansıdı. Delegeler, Özgür Özel’in önerdiği listeyi fire vermeden onayladı; parti meclisinde adeta tulum çıkardı. Bu tablo, partideki farklı seslerin ne denli geri çekildiği üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Eleştirel duruşlara, alternatif fikirlere ne oldu? Çarşaf liste tekniği, uygulamada blok bir sonuca evrildiğinde, soru sormak da kaçınılmaz olur: Gerçek birlik, çeşitliliğin yokluğu mudur, yoksa onunla birlikte var olabilme becerisi mi?

***

21. Olağanüstü CHP Kurultayı yalnızca sonuçlarıyla değil, şekliyle de uzun süre tartışılacak bir atmosferde gerçekleşti. Çünkü mesele sadece kimin kazandığı değil, hangi seslerin susturulduğu, hangilerinin hiç duyulmasına izin verilmediğidir.

Berhan Şimşek’in başkanlık adaylığı girişimi tam da bu bağlamda anlamlıydı. Kurultay sabahı 90'ı aşkın imza toplamasına rağmen, divana teslimde beş dakikalık bir gecikme gerekçesiyle başvurusu kabul edilmedi. Oysa geçmiş kurultaylarda, dört-beş saatlik gecikmelerin bile tolere edildiği örnekler vardı. Beş dakika için bu kadar katı davranılması, sadece bir usul meselesiyle açıklanamaz. Burada asıl niyetin, Şimşek’in çıkıp kürsüden konuşmasını, salona aykırı bir ses taşımasını önlemek olduğu çok açıktı. Konuşması engellenerek kurultay salonuna alınmaması, CHP’nin tarihinde rastlamaya alışık olmadığımız bir “daralma” haliydi. Farklı seslere açılmak yerine onları susturmak, muhalefetin kendi içinde, iktidarın diline öykünmesidir; benzerini eleştirip, benzeşmeye başlayan bir siyasal körleşme!

Aynı psikoloji, Muratpaşa Belediye Başkanı Ümit Uysal’ın son anda adaylıktan çekilmesinde de kendini gösterdi. Geri çekilmenin ardındaki asıl neden açıktı: Bir dahaki dönemde önünün kesileceği, aday gösterilmeyeceği korkusu… Ya da belki daha doğru bir ifadeyle, sessizliğin bir tür güvenlik garantisine dönüştüğü bir iklimde, konuşmanın bedelini göze alamamak… Bu korku, yalnızca bir kişinin değil, sessiz kalmayı seçen birçok partilinin de ortak duygusu haline gelmiş durumda. CHP’de son dönemde muhalif duruş sergilemek, riskli bir alana dönüşmüş görünüyor. Birçok isim, güce yanaşmayı tercih ederken, o gücün dışında kalanlar sessizleştiriliyor ya da görmezden geliniyor. Parti içindeki muhalefet giderek cılızlaşıyor, sesi kısılıyor.

Sonuçta parti içi muhalefet, bu kurultaya parçalı ve dağınık bir yapıyla geldi ve bu durum da aslında kurultayın tek bir iradenin kontrolünde ilerlemesini kolaylaştırdı. Ama bu kolaylık, parti içi demokrasinin alanını daralttı.

Oysa söz konusu olan bir sol parti, bir özgürlük iddiası taşıyan yapıysa; içeride gösterilen bu katı refleksler dışarıda nasıl savunulabilir? Hukuk, demokrasi ve çoğulculuk vaadiyle yola çıkan bir partinin, kendi içinde farklı seslere bu derece mesafeli olması, yalnızca iç işleyiş sorunu değil, aynı zamanda toplumsal güven sorunu yaratır. Biat kültürünün kurumsallaştığı yerden, ilerici bir siyasal gelecek filizlenemez. Sadece eğilenlerin ayakta kalabildiği, dik durmanın değil, susmanın ödüllendirildiği bir çağ, bu ülkeye ne nefes olur, ne de umut.

Kurultayla ilgili bir diğer dikkat çekici durum ise Gökhan Zeybek’in pozisyonuydu. Önceki kurultayda Parti Meclisi’ne en yüksek oyla giren Zeybek, bu kez neredeyse 45-50. sıralarda yer bulabildi. Kılıçdaroğlu hakkında “kayyum olarak atanırsa yüzüne tükürürler” şeklindeki sözleri, hem siyaseten hem de insani açıdan büyük tepki çekti. Zeybek, İmamoğlu’nun en yakınındaki isimlerden biri olarak biliniyor. Kurultayda önceki dönemde aldığı en yüksek oydan bu kez oldukça geriye düşmesi, yalnızca bireysel bir gerileme değil, aynı zamanda bir işaret olarak da okunabilir. Bu sonuç, belki de İmamoğlu çizgisine yönelik bir uyarı ya da parti içindeki güç odaklarından gelen dolaylı bir mesaj niteliği taşıyor olabilir. Elbette bu, kesin bir çıkarım değil; ama yaşanan tablo, parti içi dengelerin sadece kişilerle değil, eğilimlerle de yeniden şekillenmeye başladığını düşündürüyor.

Dahası da var: Eski Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı kullanılan dil, siyasetin her geçen gün daha hoyratlaştığını gösteriyor. “Yüzüne tükürürler”, “toplum içine çıkamazsın” gibi ifadeler, bırakın bir genel başkana, herhangi bir partilinin dahi hak etmediği bir dilin ürünü. Bu sözlerin bir de parti içinden gelmesi, o dilin ne kadar sıradanlaştığını ve yaygınlaştığını da gösteriyor.

Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olma ihtimali, daha doğmadan boğuldu. Üstelik bunu yapan, rakip cephe değil; bizzat partinin kendi içinden yükselen seslerdi. “İnsan içine çıkamazsın”, “Yüzüne tükürürler” gibi ifadelerle örülen mahalle baskısı, psikolojik bir kuşatmayla perçinlendi. Adaylık yalnızca ihtimal olarak değil, düşünce olarak bile sindirildi. Bu, sistemli ve soğukkanlı bir sindirme operasyonuydu. Parti içinde öyle bir psikolojik üstünlük kuruldu ki, muhalif olanlara geri adım atmaktan başka seçenek bırakılmadı.

Oysa siz kendi temel değerlerinize sahip çıkmazsanız, iktidarın size yönelttiği saldırılar karşısında da söz söyleme hakkınızı kaybedersiniz. Bu sessizlik yalnızca bugünün değil, yarının meşruiyetini de zayıflatır…

***

CHP tarihi, genel başkan listelerinin zaman zaman delindiği, farklı seslerin kendine alan bulabildiği kurultaylarla dolu. Bu, ebedi şef ve milli şef dönemlerinde bile böyleydi. Savaş zamanlarında, ülke tarihinin en zorlu yıllarında bile…

CHP, bugün yalnızca kurucu kimliğini değil, aynı zamanda ülkedeki demokratik değerleri ayakta tutma sorumluluğunu da omuzluyor, omuzlamak zorunda. Yargının siyasi bir aygıta dönüştüğü, kayyumların iradenin yerine geçtiği, muhalefet partilerinin kriminalize edildiği, seçilmişlerin gözaltına alındığı ve ifade özgürlüğünün sistematik biçimde bastırıldığı bir düzende, CHP'nin durduğu yer sadece siyasal değil, aynı zamanda tarihsel bir direnç noktası. İktidarın tüm antidemokratik baskılarına karşı verdiği mücadele, toplumsal hafızada önemli bir yer ediniyor.

Ancak bu meşru mücadele, içerideki yanlışları görmezden gelme ayrıcalığı yaratmaz. Kamunun emanetini taşıyan her yönetici, hele ki bugünkü koşullarda, yüz kat daha dikkatli, daha şeffaf olmak zorundadır. Yolsuzluk, ihaleye fesat, yüz kızartıcı suçlar söz konusuysa; siyasi aidiyet, hukuki sorumluluğun önüne geçmemelidir. Hiç kimse, hangi pozisyonda olursa olsun, dokunulmazlık zırhıyla korunmamalıdır. Toplum, iktidara karşı duyduğu tepkiyle refleksif biçimde bir yöne savrulurken, bu haklı tepki, muhalefet içindeki yanlışları görmezden gelmenin bahanesi haline gelmemeli. Adalet, yalnızca iktidara karşı değil; adaletsizlik neredeyse oraya yöneldiğinde anlamlıdır. Yolsuzluk, liyakatsizlik ya da kamuya zarar veren herhangi bir davranış, kimden gelirse gelsin karşılık bulmalıdır. Siyasi duruş, hukuki sorumluluğun zırhı olamaz.

Çünkü gerçekten adil bir toplum hayali, ancak ilkelerin yön verdiği bir mücadeleyle kurulabilir; sadece tepkilerin yön verdiği değil.

***

Partinin kendi iç işleyişinde çoğulculuğun geriye düşmesi, dikkate değer bir çelişki yaratıyor. Parti, kurucu kimliğin çoğulcu ruhuyla mesafeyi açılıyor. Dayanışma adı altında atılan antidemokratik adımlar, çoğulculuğun yerine geçtiğinde, eleştirel düşünceyi görünmez kıldığında; o birlik bir kuvvet değil, bir sessizlik biçimi olmaya başlar.

Ortaya çıkan tabloya “birlik” deniyor fakat birlik, sessizliği değil, çeşitliliği kaldırabildiği oranda anlamlıdır.

Kurultay delegelerinin Özgür Özel’e verdiği destek, farklılıkları sessizleştiren bir konfora dönüşmemeli!

CHP’nin tarihinde çoğulculuk yalnızca bir ilke değil, aynı zamanda bir direnme biçimiydi. Bugün o ilke, geçmişin mirası olmaktan çıkıp, geleceğin pusulası olmalı. Çünkü bir parti, farklı sesleri taşıyabildiği sürece yaşar; taşıyamadığında ise sadece kendi yankısını duyar.

“Her şey çok güzel olacak,” dedik, evet. Ama güzellik, herkesin aynı şeyi söylediği yerden değil, birbirini duymayı başarabildiği yerden doğar. Milletin iradesinden söz ederken, kendi içimizde o iradeyi duymaya ne kadar açığız?

Demokrasi sadece iktidara karşı değil, parti içindeki işleyişte de anlam kazanır. İçeride sesler kısılırsa, dışarıdaki mücadele de anlamını yitirir.

Çoğunlukta olmak, her zaman adaletin tarafında olmak demek değil. Hatta ne yazık ki, sesi çok çıkanlar çoğu zaman sessizlerin hakkını bastıranlar oluyor.

Egemenler tarih boyunca toplumları kitlelerin adına yönettiklerini söyleyerek meşruiyet devşirdi. Kitlelerden aldıkları desteği, iktidarlarını haklı çıkarmanın bahanesi olarak kullandılar. Oysa haklı olmak ya da doğruyu savunmak, çoğunluk olmakla, kazanmakla, kabul görmekle eşdeğer değil. Kalabalık olmakla haklı olunmaz; haklı olan, çoğu zaman kalabalıkların dışında kalandır. Kalabalıklar alkışlarken, bir kenarda duran, rüzgâra karşı yürümeye çalışanların yükü daha ağır oluyor. Özellikle bizim gibi toplumlarda, gücün karşısında kalmayı seçmenin bedeli, sadece siyasal değil; psikolojik, toplumsal, bazen de varoluşsal oluyor.

Ama belki de bu, daha soylu bir duruştur. Çünkü tarih boyunca hakikat, çoğunlukla değil, dirençle yazıldı.

Parti içindeki merkezin, muhaliflere karşı kurduğu baskı, zaman zaman iktidarın muhalefete uyguladığı güç siyasetiyle neredeyse (acı bir şekilde) aynı biçimi alıyor. Kurultay salonuna giremeyen muhalifler, imzasını geri çeken delegeler, korkunun örgütlü sessizlik olarak yayıldığı bir siyasal iklim... Bu mudur adalet? Bu mudur hukuk? İktidar karşısında adalet diyorsun; ama parti içinde demokratik işleyişin temelleri çatırdıyor. O zaman sorarlar: Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

Özgür Özel, bir konuşmasında iktidar partisine hitaben “cuntacılık” ifadecisini kullanıyor. Bu, öylesine söylenmiş bir söz değildir. İfade özgürlüğünün bastırıldığı, yargının yukarıdan aşağıya siyasallaştığı bir düzende, bu niteleme, iktidarın uzun süredir uyguladığı otoriter politikaların özetidir. Ancak tam da bu nedenle, CHP’nin kendi iç işleyişinde demokrasiye, farklı fikirlere ve ifade hakkına azami özen göstermesi beklenir. Çünkü eğer biz adaletsizliğe karşıyız diyorsak, adaleti önce kendi içimizde inşa etmeliyiz. Aksi hâlde yalnızca iktidarı eleştirerek değil, onun yöntemlerini farkında olmadan yeniden üreterek de benzeşiriz. O zaman değişen sadece aktörler olur; anlayış aynı kalır.

Güçlünün değil haklının yanında durmayı seçenler, o yolu yalnız yürüseler bile, tarihin vicdanında onurlu bir yer edinirler.

Biz biliyoruz ki: Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.

***

Türkiye’de siyasetin zemini uzun süredir kaygan. Ama artık yalnızca zemin değil, siyaset dili, siyasetin kendisi de çoraklaşıyor. Bu çoraklık içinde en büyük risk, solun sesini yitirmesi değil; solun, kendi özünü yitirmesidir.

Özgür Özel’in işi şimdi çok daha zor. Çünkü sadece iktidarla değil, partinin içindeki sessizlikle de mücadele etmek zorunda.

Ancak şunu da sormadan geçemeyiz: bunca gürültünün, bunca iç tartışmanın, bunca dış baskının sonunda, kim kazançlı çıktı?

Bugün Özgür Özel’in adı, gelecekteki cumhurbaşkanı adaylığı için telaffuz ediliyor. Ekrem İmamoğlu’nun cezaevi süreciyle hareket alanı sınırlanırken, Mansur Yavaş’ın da “milliyetçi köken” vurgusuyla geri planda kalması sağlanıyor. Geriye kim kalıyor? Özgür Özel.

Bazıları, Özel’in Erdoğan tarafından özellikle rakip olarak seçildiğini öne sürüyor. Ona “yenilebilir” bir aday olarak bakıldığını, bu yüzden kayyum kararının ertelendiğini söylüyor. O kritik günlerde yapılmayan müdahaleler, yapılan hesapların ipuçlarını veriyor olabilir. Olaylara değil, sonuçlara bakmak gerek bazen. Bugün eldeki tabloya baktığımızda, sürecin en kazançlı ismi Özgür Özel gibi görünüyor.

Belki de en acı ironilerden biri burada saklı: Özgür Özel’i taşıyan o büyük dalga, bir zamanlar İmamoğlu’nun etrafında toplanmıştı. O kitlesel enerjinin, o toplumsal umudun merkezinde İmamoğlu vardı; Özel ise o enerjinin taşıyıcısı, hatta bir bakıma sözcüsüydü.
Ama dalga çekildi ve sahilde yalnızca Özgür Özel kaldı.

Bu hikâyede benzer bir tekrar seziliyor:
Bir zamanlar Kemal Kılıçdaroğlu’nun en yakınında duran, grup başkanvekilliği gibi kritik görevlerle güçlenen Özgür Özel, sonrasında o yakınlık içinden çıkarak Kılıçdaroğlu’nu tasfiye eden sürecin aktörlerinden biri oldu. Şimdi, benzer bir döngü İmamoğlu için kuruluyor gibi…
Nasıl ki Kılıçdaroğlu Özgür Özel’i var eden isimse, bugün Özel’i siyasal alanda büyüten figür de İmamoğlu oldu. Ancak görünen o ki, bu kez de Özgür Özel, kendi yükselişinin mimarını zamanla geride bırakmaya hazırlanıyor.
Siyaset bazen yol arkadaşlığından değil, yol ayrımından beslenir…

Güç bir kez elde edildiğinde, en yakınlar arasında bile çatlaklar oluşur. Bugün Özel ile İmamoğlu arasında henüz dillendirilmeyen bir gerilim, ileride siyasetin satır aralarına sızabilir. Çünkü vekâletle başlayan her ilişki, bir noktadan sonra hiyerarşiye, hiyerarşi ise kaçınılmaz olarak çatışmaya evrilir.

***

Toplum neyse, siyaseti de odur. Bugün, toplumun da siyasetin de ortak ruh hali: yorgunluk. Hakikat yorgunu, umut yorgunu, değişim yorgunu…

Uzun süredir, siyaset yalnızca iktidarların değil, kitlelerin de aynasına dönüştü. Siyasetçiler değişmiyor çünkü seçmen, tanıdığı yüzü terk etmekten çekiniyor. Maddi manevi çalınanların hesabı sorulmuyor çünkü toplum, adaletin hayal kırıklığını ezberlemiş durumda.

İktidarın hesap vermezliği kalıcılaştıkça, günbegün sorgulanamaz hale geldikçe, muhalefet de bazen o sorgusuzluğun dilini ödünç mü alıyor?

Kimi zaman güçlü bir dayanışma, farklılıkların üstünü örtebiliyor. Kimi zaman alkışlar, içten bir destek kadar, itirazın yorgunluğunu da taşıyabiliyor.

Artık fikirler değil, suretler seçiliyor; ilke ve düşünce değil, aşinalık belirliyor tercihleri. Değişim, bir irade değil artık; ertelenmiş bir alışkanlık, edilgen bir alışverişe dönüşüyor. Temsiliyet sahnede sergileniyor; ama temsil, perdenin ardında çoktan dağılmış.

Geriye kalan, parlak bir görüntü… Ama vitrinin ardında suskun, görünmeyen bir hakikat var: Kalabalık olmak kolaydır; zor olan, hakikatin yanında tek başına durabilmektir.

 

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com