Afyon yasağından Çuval vakasına...

Türkiye ile ABD arasında yaşanan 10 kriz

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Türkiye ile ABD arasında yaşanan 10 kriz
Abone ol
Bir dönem örnek bir müttefiklik ilişkisi olarak gösterilen Türk-Amerikan ittifakı, 1960’lardan bugüne birçok krizle yüzleşmek zorunda kaldı... İşte başlıklarla Türk Amerikan ilişkilerinde yaşanan 10 kriz...

. Krizler, farklı sebeplerden kaynaklanmasına karşın, her ikiye ülkeye de zarar vermiş ve müttefiklik ilişkilerini zora sokmuştur. U-2 Krizi, Johnson Mektubu, haşhaş sorunu, 1 Mart 2003 tezkeresi, çuval olayı, Rahip Brunson krizi, PYD/YPG sorunu ve S-400/F-35 krizi gibi konular incelenecektir.

Bu minvalde, araştırmada, Türk-Amerikan ilişkilerinde soruna neden olan 5 önemli neden şöyle sıralanmıştır: ABD’nin küresel siyasi dizaynları ile Türkiye’nin ulusal ve bölgesel hedeflerinin örtüşmemesi, her iki ülkedeki demokratik mekanizmalarının yarattığı sorunlar, iletişim sorunları ve yanlış anlamalar, siyasi kültür farklılıkları ve ikili ilişkilerde araya başka unsurların girmesi. 

1-) U-2 KRİZİ - 1960

U-2 Krizi, Türkiye’de Soğuk Savaş yıllarında yaşanan krizlerin ilk örneğidir. Sovyetler Birliği’ne dair istihbarat toplamak için görev yapan Amerikan Lockheed Martin firması üretimi bir U-2 uçağının 1960 yılının 1 Mayıs tarihinde düşürülmesiyle patlak veren kriz, özünde bir ABD-Rusya krizidir. Ancak bu uçağın Türkiye topraklarından (Adana’daki İncirlik Üssü) havalanması nedeniyle, kriz, aynı zamanda Türkiye-Rusya ve Türk-Amerikan ilişkilerinde de çeşitli sorunlara neden olmuştur. Bu tarihte, Pakistan’ın Peşaver kenti üzerinden Sovyet hava sahasına giren casus uçak, Sverdlovsk (bugünkü Yekaterinburg) üzerindeyken, bölgede görev yapan Rus güçlerince düşürülmüş ve Amerikalı pilot Francis Gary Powers da sağ olarak ele geçirilmiştir (Karabulut, 2016, s.88). Sovyetler Birliği, bu olay nedeniyle 10 Mayıs tarihinde ABD’ye bir nota vermiş ve bunu düşmanca bir eylem olarak gördüğünü açıklamıştır (Karabulut, 2016, s.89). Powers ise, 10 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve süresi dolmadan bir Sovyet casusuyla takas edilerek -hatta bu kişi “Bridge of Spies” (2015) filmine konu olan Sovyet casusu Rudolf Abel’dir- serbest bırakılmıştır (Kanyılmaz, 2019, ss.133-134). U-2 Krizi, ABD ile SSCB arasında başlayan detant (yumuşama) sürecini sonlandırdığı gibi, Türkiye-Rusya ve Türkiye-ABD ilişkilerine de olumsuz sirayet etmiştir. Türkiye, bu olayın ardından Rusya’dan gelen tehditlerle yüzleşmek zorunda kalmış; ancak bu tehditlere karşı krizi tırmandırmamaya gayret ederek, başarılı bir dış politika performansı sergilemiştir. 

2-) KÜBA FÜZE KRİZİ – 1962

Bu olay, Ankara’ya Soğuk Savaş döneminde ABD ile müttefikliğin bazı olumsuz yanlarının da olabileceğini göstermiştir. Küba Füze Krizi bu noktada önemsiz görülmemelidir; zira dönemin ABD Büyükelçisi Raymond A. Hare’in söylediği üzere, bu olay, Türklerde, “bir düşmanı yatıştırmak uğruna çıkarlarının ticaret malzemesi olduğu” düşüncesini uyandırmıştır. Nitekim bu olayın ardından Türkiye’deki Jüpiter Füzeleri (Küba’daki Sovyet balistik nükleer füzelerinin sökülmesine karşılık olarak) sessiz sedasız ülkeden çıkarılırken, Türk Devleti, Başkan Kennedy’nin kendilerine danışmadan Küba Füze Krizi sırasında Sovyet lideri Nikita Kruşçev’e füzeleri çekmek konusunda söz verdiği görüşüne varmıştır. Nitekim Ankara, bu olayla birlikte “NATO’nun güney kanadı” olmanın kendisini Sovyet Rusya gibi dev bir ülkenin hedefi haline getirdiğini idrak etmeye başlamıştır. ABD ise, Soğuk Savaş’ta komünist kampı yenilgiye uğratmak adına, Türkiye ve diğer müttefiklerden bazı fedakârlıklar beklediğini bu olayla birlikte göstermiştir. Bu bağlamda, bu olay ve Küba Füze Krizi gibi durumlarda, ABD, müttefiklerinden blok çıkarlarına uygun şekilde gerektiği zaman riskler almalarını talep ederken (üslerini casus uçaklarının kullanımına açmak), bu gibi faaliyetlerin yarattığı riskleri göğüslemek, Türkiye gibi güvenilir bir ABD müttefiki için bile -Sovyet tehdidi nedeniyle- her zaman kolay olmamıştır.



3-) JOHNSON MEKTUBU – 1964

Johnson Mektubu Türk-Amerikan ilişkilerinde 1960’lı yıllarda ortaya çıkan ilk önemli mesele, adını ABD Başkanı Lyndon Johnson’dan (1963-1969) alan “Johnson Mektubu” olayıdır. Başbakan İnönü Kıbrıs’ta Rumların Gerçekleştirdiği Kanlı Noel olarak adlandırılan katliamın Ardından Ada’ya müdahaleyi düşünmüş ve bunu ilan etmiştir. Başkan John F. Kennedy’nin ardından Başkan olan Lyndon Johnson tarafından Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilen “Johnson Mektubu”, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla yazılmış olan tarihi bir belgedir. Başkan Johnson’ın Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye iletilmek üzere Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond A. Hare’e 5 Haziran 1964 tarihinde şifreli teleks ile gönderdiği mektupta, Türkiye’ye Kıbrıs’ta NATO silahlarını kullanamayacağı, ABD’nin bir Türk-Yunan savaşı istemediği ve olası bir savaşta Sovyet Rusya karşısında Türkiye’nin NATO desteğinden yoksun kalacağı bildirilmiştir. Aslında dönemin ABD Başkanı Johnson’ın bu konudaki tavrının temelinde, Türk düşmanlığından ziyade, iki NATO üyesi ülke ve ABD müttefikleri olan Türkiye ile Yunanistan’ın Kıbrıs nedeniyle çatışmalarını engelleme düşüncesi ve Küba Füze Krizi (1962) daha yeni atlatılmışken, adaya olası bir Sovyet müdahalesi durumunda Rusya ile yeni bir savaş riski yaşamak istememesi vardır. Ancak Türkiye kamuoyu da özellikle de Kıbrıs’taki katliam görüntüleri basına yansıyınca, dost ve müttefik ABD’nin bu konuda Ankara’yı yalnız bırakmasına tepki göstermiştir. Bu nedenle, ABD ile ilişkiler, 1964 yılında ilk kez ciddi anlamda gerilmiş ve 1940’ların sonunda başlayan ve o güne kadar neredeyse hiç sorunsuz devam eden Türk-Amerikan müttefikliği, ilk kez o dönemde ciddi bir krizle yüzleşmek durumunda kalmıştır. 

İNÖNÜ: “GEREKİRSE YENİ BİR DÜNYA KURULUR, TÜRKİYE’DE BU DÜNYADA YERİNİ ALIR…”

Başbakan İsmet İnönü, bu olay sonrasında “Gerekirse yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini alır” şeklindeki ünlü sözünü söylemiştir. Bu olayın ardından, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ve CHP’nin sol kanadının başını çektiği bir grup sol çevre, Türkiye’nin NATO’dan çekilmesi yönünde propaganda yapmaya başlamış ve ulusal siyasette son derece etkili olmuştur. Bu sol muhalefetin de etkisiyle, sonradan Başbakan olan Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit gibi siyasetçiler ve onların Dış İşleri Bakanları (İhsan Sabri Çağlayangil, Turan Güneş ve Gündüz Ökçün), çok boyutlu dış politikaya daima önem verdiler ve ABD’ye bir daha asla tam olarak güvenmediler. 

4-) AFYON YASAĞI – 1970’LER

Afyon Sorunu, 1969’dan itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinde ilk gündem maddesi haline gelmeye başladı. 68 kuşağının da etkisiyle uyuşturucu kullanımının ABD’de adeta patlaması ve bu konuda Türkiye’nin en önemli kaynak ülke olarak değerlendirilmesi bunda temel etkenlerdi. Nitekim 1960 yılında ABD’de yaklaşık 60 bin uyuşturucu madde bağımlısı varken, 1960’ların sonunda bu sayı 250 bini aşmıştı. Üstelik bağımlıların yüzde 98’i eroin bağımlısı durumundaydı.
Bu nedenle, Başkan Nixon döneminde bu konuda ilişkiler hayli gerildi. 1969 yılı yaz aylarında Komer’in yerine atanan Büyükelçi William J. Handley (1969-1973), bu nedenle Ankara’ya gelir gelmez bu konuda kapsamlı yasak için lobi çalışmalarına başladı 

Tam da bu dönemde, eski Başkanlardan Dwight D. Eisenhower’ın cenazesi için Washington’a giden Başbakan Süleyman Demirel’le Başkan Nixon özel bir görüşme yaptılar. İlerleyen aylarda, Nixon’ın özel temsilcisi sıfatıyla Türkiye’ye gelen New York Senatörü Daniel Patrick Moynihan, bu konuda ABD’nin gayet ciddi olduğunu göstermek için ilginç bir teklifte bulundu; Washington, Başkan Nixon’ın onayıyla, Türkiye’de o yıl üretilen tüm afyonu -fiyatı ne olursa olsun- satın almak istiyordu. Ancak önceden Avrupalı ve Amerikalı ilaç şirketleriyle yapılan anlaşmalar nedeniyle, bu cazip teklife Başbakan Demirel onay veremedi. Bu öneri reddedilince, Büyükelçi William J. Handley, yine Başkan Nixon’ın onayıyla haşhaş ekiminin yasaklanması karşılığında Türkiye’ye 5 milyon dolar yardım teklifinde bulundu. Başbakan Demirel bu teklifi de geri çevirirken, Türk köylüsünün asırlardır haşhaş ekimi yaptığını, hatta Türkiye’de ismi “Afyon” olan bir şehrin bile var olduğunu hatırlattı. Demirel, 1963’ten beri afyon üretimi alanlarını sınırlamak için çaba içerisinde olduklarını da Amerikalı muhataplarına hatırlatıyordu. Ayrıca, iç siyasette sol muhalefet nedeniyle zorlanan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden gelebilecek bir darbe korkusuyla yaşayan Demirel, muhalefetin seçimde kendisine karşı kullanabileceği bir koz vermek istemiyordu. Ancak bu ret yanıtları, ABD’de Türkiye karşıtı olumsuz bir hava oluşmasına neden oldu. Öyle ki, ABD Temsilciler Meclisi’nin Suçlarla Mücadele Komisyonu’nda 6 Ağustos 1969’da bir konuşma yapan Federal Uyuşturucu Maddeler Dairesi (BNDD-Bureau of Narcotics and Dangerous Drugs) Başkanı John Ingersoll, ABD’ye giren eroinin yüzde 80’inin Türkiye menşeli olduğu yönünde hayli abartılı bir açıklama yaptı.

Ingersoll’un iddiası bir tahmine dayanıyordu ve bilimsel bir temeli yoktu; ancak bu iddia, Amerikan halkı ve siyasal elitinde Türkiye karşıtı güçlü bir önyargı oluşturdu. Bu abartılı iddiaları yalanlamasına karşın, ABD’nin Ankara’ya karşı tavrı giderek sertleşti. Nitekim Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi-DEA’in (Drug Enforcement Administration) Paris Büro şefi John Cusack’in Türkiye’den gelen afyonun Fransa’daki imalathanelerde eroine dönüştürüldüğü açıklamasıyla birlikte, Türkiye bağlantılı ve Marsilya merkezli uyuşturucu ağı gündeme getirildi.
ABD güvenlik birimleri o dönemde Türkiye ve Fransa’ya odaklanmasına karşın, ABD’ye yönelik eroin ticaretinin büyük kısmı aslında “Altın Üçgen” bölgesi olarak adlandırılan ve Vietnam, Burma, Laos ve Tayland gibi ülkeleri kapsayan network üzerinden yapılıyordu Üstelik buradan getirilen afyon Türkiye’de üretilen göre daha saftı. 1970 yılından itibaren hem bütçesinin onaylanmaması hem de artan sol eylemlilik karşısında etkisiz kalması nedeniyle, ABD’nin Süleyman Demirel hükümetine yönelik baskıları daha da arttı. ABD’nin yaptığı bir dizi teklife Başbakan Demirel yine de ret yanıtı verdi. Bunun sebebi ise temelde şuydu; Amerikalılar haşhaş ekimi ticaretinden doğan kaybı ödemeyi göze alsalar da, haşhaşı sadece afyon elde etmek için kullanmayan ve bu ürünün yağından, tohumundan ve sapından da istifade eden üretici köylüler, her şekilde ekonomik kayba uğruyorlardı. Dahası, bu konu, Kıbrıs Sorunu’nun da derinleşmesiyle birlikte, iki ülke arasında -halkın gözünde- bir egemenlik ve bağımsızlık meselesi haline gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla, bir sonraki seçimde oy kaybı yaşama riski de Başbakan Demirel’in daha cesur adımlar atmasını engelliyordu. 

Yine de Başbakan Demirel, Tarım Bakanı İlhami Ertem’in 1970 yılı Nisan ayında açıkladığı ciddi bir azaltma sözü vererek Amerikalı muhataplarını umutlandırdı. Ancak bu dönemde sol propagandanın basın-yayın kuruluşlarında yaygın olması sebebiyle, bu durum, Türkiye’nin ABD’nin zoruyla kendi köylülerini aç bırakmaya çalıştığı intibaını yarattı ve halkta tepkilere neden oldu. Buna rağmen, Demirel hükümeti, 30 Haziran 1970’te haşhaş üretilen il sayısını 7’ye düşürdüğünü açıkladı. O dönemde Bütçe Komitesi’nde (Committee on Ways and Means) uyuşturucu maddeler konusu görüşülürken, dönemin ABD Adalet Bakanı John N. Mitchell’ın (1969-1972) Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulamayı önermesi ise Türk basınında büyük eleştiri konusu yapıldı ve ABD karşıtı duyguları körükledi. 12 Mart 1971’de muhtıra ile Demirel hükümetinin devrilmesinin ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) destekli bir teknokrat (uzmanlar) hükümeti oluşturuldu. CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim’in Başbakan olduğu bu hükümet döneminde, 29 Haziran 1971’de haşhaş ekimi ve afyon üretimi tamamen yasaklandı. Bu, Demirel dönemi Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in o dönem gazeteci olan İsmail Cem’e söylediği “muhtıranın arkasında CIA vardır, haşhaş vardır, başka da bir şey yoktur” sözünün adeta doğrulaması olmuştu. Zira asker destekli hükümetin ilk adımı, ABD’nin en çok istediği yasayı hayata geçirmek ve haşhaş ekimini yasaklamak olmuştu. Ancak bunun karşılığında, ABD tarafı da Türkiye’ye ekonomik yardım yapacağı sözünü vermişti. Bu dönemde haşhaş ekiminin yasaklanması nedeniyle oluşan ekonomik kayıpların 100 milyon dolar olduğu Tarım Bakanı Orhan Dikmen tarafından açıklanınca, Türk kamuoyu yine tepkisel bir psikolojiye girdi. Zira uzun görüşmeler sonucunda 4 Mayıs 1972’de imzalanan anlaşmayla, Ferit Melen’in Başbakan olduğu yeni kabine, ancak 35,7 milyon dolarlık cüzi bir Amerikan desteğini kabul etmek durumunda kalmıştı. Bu paranın 15 milyon doları Türk çiftçilere tazminat olarak verilecek, 300.000 dolar Emniyet Teşkilatı’na dağıtılacak, kalan 20,4 milyon dolar da o bölgelerde uygulanacak yeni projelerin finansmanında kullanılacaktı. Türk üreticisinin kayıplarının altında kalan bu para, öngörülen amaçlar dışında kullanılmış ve bu nedenle Türk çiftçilerin ABD’ye yönelik öfkesine neden olmuştur. Nitekim bu konudaki halk tepkisini sol popülizm yöntemlerini iyi kullanan CHP’nin yeni, genç ve karizmatik lideri Bülent Ecevit, 1973 genel seçimlerinde partisini yıllar sonra yeniden birinci parti haline getirdi ve İslamcı Milli Selamet Partisi (MSP) ile bir koalisyon hükümeti kurarak 1974 yılı başında iktidara geldi. 

5-) KIBRIS BARIŞ HAREKATI VE AMBARGO – 1974

Solcu CHP ile İslamcı MSP arasındaki bu ilginç koalisyon hükümeti, ABD baskısıyla 12 Mart döneminde yasalaştırılan haşhaş ekimi yasağının kaldırılması, Kıbrıs Türklerine yardım sağlanması, ülke içerisinde yaşanan askeri müdahalelere karşı durulması ve Amerikan emperyalizmine tepki gösterilmesi gibi makro politik konularda ortak bir çizgide buluşmayı başarıyordu. Nitekim 1 Temmuz 1974’te, Ecevit hükümeti, Afyon, Burdur, Denizli, Isparta ve Uşak illerinin tamamı ve Konya ilinin Akşehir, Beyşehir, Doğanhisar ve Ilgın ilçelerinde haşhaş ekimine izin verileceğini bir kararname ile duyurdu. Ancak ABD’ye zarar gelmemesi düşüncesiyle, haşhaş ekimi denetimleri yasağın kalkmasının ardından çok daha sıkılaştırıldı ve 20.000 hektarla sınırlandırıldı. Ecevit, bu konuda zaten ABD’ye zarar vermekten daha çok, iç siyasette Demirel’e karşı kullanabileceği önemli bir siyasi koz ve başarı hikâyesi kazanmak istiyordu. Ayrıca Kıbrıs Sorunu’nun gündemde daha önemli bir yer işgal etmeye başladığı ve Türkiye’nin adaya askeri müdahaleye hazırlandığı bir ortamda, bu konu giderek gündemden düşmeye başladı. Ancak 1975-1978 döneminde ABD Kongresi’nin Türkiye’ye silah ambargosu uygulamasında, Kıbrıs Barış Harekâtı (1974) ile birlikte bu yasağın kaldırılmasının yarattığı memnuniyetsizlik de kısmen etkili olmuştur. Fakat Jimmy Carter’ın Başkanlığı döneminde (1977-1981), Türkiye’ye yönelik bu ambargo kaldırılacak ve bu konu da tamamen gündemden düşecektir. Prof. Dr. Haydar Çakmak’a göre, ABD Temsilciler Meclisi’nin 1975 yılı içerisinde 3 kez karar almasına rağmen bu konunun gündem düşmesinin temel sebepleri ise; Türkiye’nin daha da fazla köşeye sıkıştırılarak Sovyet Rusya’ya kaybedilmek istenmemesi, Türkiye’deki haşhaş ekiminde çok sıkı kontrollerin uygulanmaya başlaması, ABD’deki etkili olan Türkiye karşıtı Rum ve Ermeni lobilerinin Kıbrıs Sorunu nedeniyle bu konuya ilgilerini kaybetmeleri ve Türkiye’den ABD’ye giden uyuşturucu miktarının sanıldığı kadar önemli bir miktar olmadığının anlaşılmasıdır 

6-) 1 MART TEZKERESİ - 2003

Siyasi yasağı sürmesine karşın, 3 Kasım 2002 tarihinde ilk kez Kurucu Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi ile seçime giren İstanbul eski Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslamcı siyasal gelenekten yetişmesi ve bazı sert fikirleri nedeniyle yerleşik seküler sistem tarafından gördüğü dışlayıcı muamelelerin etkisiyle ve TSK’dan gelebilecek bir laik darbe korkusuyla, 2000’lerin başından itibaren Batı dünyasıyla iyi ilişkiler geliştirme amacında olmuştur. Erdoğan, Batı karşıtı fikirleriyle bilinen ve İsrail’in varlığına yönelik sert eleştirilerde bulunan hocası ve eski Genel Başkanı Necmettin Erbakan’dan farkını, “Gelişerek değişiyorum” sözüyle itiraf etmiştir. Basında ise, Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardık” ifadesini kullandığı iddia edilmiş ve bu söz Erdoğan tarafından da yalanlanmamıştır. Bu dönemde Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği yolunda yapılan reformlara öncelik veren Erdoğan, ABD ile de çok yakın ilişkiler kurmuştur. Öyle ki, Erdoğan, Eylül faciası sonrasında İslamcı siyasetçilere yönelik baskıların da etkisiyle, Afganistan Operasyonu’nun (2001) ardından, Irak Savaşı sırasında “Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum” sözünü bile söylemiştir Erdoğan, 1 Mart tezkeresine de destek vermiş ve Türkiye’nin ABD’nin Irak Savaşı’na dahil olmasını savunmuştur.

Erdoğan, henüz Başbakan olmadan (ki o dönemde Abdullah Gül Başbakan olarak görev yapmaktadır), AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı George W. Bush’la görüşmüştür. Görüşmede, Başkan Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Dr. Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı Colin Powell da hazır bulunmuşlardır.13 Bu görüşmenin ardından Irak Savaşı konusunda basına bir açıklama yapılmasa da, görüşme neticesinde ABD’nin Türkiye’den Irak Savaşı konusunda destek alacağı yönünde pozitif sinyaller aldığı düşünülebilir. Zira Amerikalı askeri uzman ve stratejistler, bu görüşme sonrasında tüm savaş planlarını Türkiye’den Irak kuzeyine açılacak bir cephe temelinde oluşturmuşlardır. Ancak tezkere nedeniyle 6 ay süreyle 62.000 Amerikan askerinin Türkiye’nin güneydoğu illerinde konuşlandırılacak olması, ki bunun karşılığında Türk askerlerinin Kuzey Irak’a girişine izin verilecek ve Türkiye’ye kapsamlı bir ekonomik yardım yapılacaktı o dönemde Ankara’da bazı endişelere neden olmuştur. Yıllar sonra açıklanan Wikileaks belgelerine göre de 20 Şubat 2003 tarihinde, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde siyasi müsteşar olarak görev yapan John Kunstadter’in Washington’a yazdığı telgraf, Türkiye’nin istemeye istemeye de olsa savaşa ABD’nin yanında gireceğinin sinyalini vermektedir. Ancak neticede, AK Parti’nin grup kararı almayarak milletvekillerini serbest bıraktığı, Deniz Baykal-Önder Sav ikilisinin yönettiği CHP’nin ise şiddetle karşı çıktığı TBMM’de yapılan tezkere oylaması, 264’e karşı 250 oyla reddedilmiş (19 çekimser oy da kullanılmıştır) ve 1982 Anayasası’nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadığı için (ki sadece 3 oy fazlası tezkerenin geçmesine yetecekti), Amerikalı uzmanların savaş planları boşa çıkmıştır Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, CNN Türk’te yaptığı mülakatta; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye, bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil.” şeklinde bir açıklama yaparak, şaşkınlığını ve kızgınlığını dile getirmiştir. 

7-) ÇUVAL OLAYI - 2003

Çuval Olayı Ankara, 1 Mart tezkeresinin ardından yeni bir tezkereyle Washington’la aradaki buzları eritmeye çalışsa da her iki ülkede de birbirleri aleyhine oluşan oldukça güçlü olumsuz kanılar, kısa süre içerisinde çok daha büyük bir krizin yaşanmasına sebebiyet vermiştir. 2003 yılının -ABD’de “Bağımsızlık Günü” olarak kutlanan- 4 Temmuz tarihinde, Irak’ın Süleymaniye şehrinde görev yapan TSK mensubu bir Binbaşı ve 11 askeriyle (3 subay, 8 astsubay) birlikte kendilerine mihmandarlık yapan Türkmen görevliler, Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı’na bağlı askerler ve yanlarındaki Kürt Peşmergeler tarafından beklenmedik bir baskınla tutuklanmışlardır. Olay sırasında müttefik bir ülke olan ABD’nin askerlerinin geldiklerini görünce onlara çay ısmarlamak isteyen Türk askerleri, Amerikan kuvvetlerince terörist muamelesi yapılarak ve başlarına kukuleta/çuval benzeri bir nesne geçirilerek -onur kırıcı bir şekilde- sorgulanmaya götürülmüşlerdir. Türk askerleri, bu tavır karşısında büyük bir sükûnet göstererek, silahlarını kullanma imkânları olmasına karşın, saldırı karşısında tepkisiz kalmışlar ve NATO üyesi iki müttefik ülke askerlerinin birbirlerini öldürmelerinin önüne geçerek, büyük bir felaketi ve skandalı önlemişlerdir… 

Olaydan yalnızca iki gün sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney arasındaki telefon görüşmesinin ardından Türk askerleri serbest bırakılsalar da, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bu rezaletin iki ülke arasında bir “güven krizi”ne neden olduğunu belirtmiştir…  

 “Ordu millet” geleneğinden gelen Türk toplumunda, “Mehmetçik” olarak bilinen Türk askerlerine yönelik tutuklama ve sert tavır, Türk Devleti’ne ve Türk halkına yönelik çok büyük bir saldırı ve hakaret olarak algılanmış ve bu konu normal bir güvenlik sorununun da ötesine geçerek, toplumdaki anti-Amerikancı dalgayı doruk noktasına taşımıştır. Bu nedenle, bu krizin etkilerini aşmak hiç de kolay olmamıştır. Dolayısıyla, Çuval Olayı, iki ülke ilişkilerinin tarihindeki en büyük kriz olarak görülebilir. 

8-) RAHİP BRUNSON VAKASI - 2016

ABD’nin North Carolina eyaletinde doğan Andrew Brunson, yaklaşık 23 yıl boyunca İzmir’de bir Protestan kilisesinde rahip olarak görev yapmıştır. Eşi Norine Brunson ile birlikte yıllarca Türkiye’de yaşadıktan sonra 2016 yılında süresiz oturma izni için Türk makamlarına başvuran Brunson, “2010- 2013 yılları arasında Kürt orijinli vatandaşlara yönelik ayinler düzenlediği” ve “Suriye'den gelen sığınmacılara yardım sağlama görüntüsü altında misyonerlik faaliyetleri yürüttüğü” iddialarıyla eşiyle birlikte Ekim 2016’da İzmir Alsancak Polis Karakolu’na çağrılmış ve burada sınır dışı edilmek üzere gözaltına alınmıştır Eşi 13 gün sonra serbest bırakılan Brunson’ın kendisi ise, Aralık 2016’da Fethullah Gülen Cemaati’ne (sonradan Türk Devleti’nce FETÖ adıyla bir terör örgütü olarak kabul edilmiştir) üye olmak suçlamasıyla önce gözaltına alınmış ve daha sonra da tutuklanmıştır. Brunson hakkındaki iddianamenin 1,5 yılda hazırlanması ve bu sürede rahibin tutulması ise, ABD’de Türkiye’ye yönelik tepkilere neden olmuştur.
 
Mart 2018’de İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından iddianamesi kabul edilen Brunson, hem Gülen yapılanması, hem de PKK’ya destek olduğu yönünde suçlamalarla karşı karşıya kalmış ve hakkında “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlediği” gerekçesiyle 15 yıla kadar ve “devletin gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk amacıyla temin etmek” suçlamasıyla da 20 yıla kadar hapis cezası istenmiştir.  Hakkındaki iddiaları reddeden Brunson, Türkiye medyasına yansıyan haberlere göre, “Hayatım boyunca hiçbir Fethullahçı ile hiç tanışmadım. Toplantılarına hiç katılmadım. Ben Kilise kurdum. Casusluk yapmadım. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü destekliyorum. Benim derdim İsa Mesih’i anlatmaktadır. Fethullahçı terör örgütüyle hiçbir bağlantım yoktur. Ne zaman nerede ve nasıl casusluk yaptım açıklanmasını istiyorum.” şeklinde bir savunma yapmıştır.

35 yıl hapis cezasıyla yargılanan Andrew Brunson’a, dava sonucunda, 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası verilmiş; ancak rahibin cezaevinde kaldığı süre göz önünde bulundurularak, hapisten çıkmasına hükmedilmiştir…

Böylelikle, Rahip Brunson ve ailesi Türkiye’yi terk etmiş ve ABD’ye dönüşünde Başkan Donald Trump tarafından Beyaz Saray’da kabul edilmiştir.16 Brunson’ın yargılanması sürecinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimini örgütlediğini söylediği Fethullah Gülen’i kastederek gündeme getirdiği “ver papazı, al papazı” şeklindeki takas önerisi ise, ABD kamuoyunda bağımsız yargıya müdahale olarak görülmüş ve eleştirilmiştir.

 

9-) PYD/YPG SORUNU 

Suriye iç savaşı sürecinde başlarda Türkiye gibi Beşar Esad rejimine karşıt bir pozisyon alan ve rejimin yaptığı katliamlar ve kimyasal saldırıları en ağır şekilde kınayan, hatta Suriye’de rejime yönelik bazı askeri operasyonlar da düzenleyen ABD, Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD, DEAŞ veya DAEŞ) adlı radikal terör örgütünün ortaya çıkmasının ardından, politikalarında ciddi değişikliğe gitmiştir. 2014 yılından itibaren başlayan bu değişim, o yılın Eylül ayında IŞİD’in Kobani’ye saldırmasıyla daha da netleşmiş ve ABD ve diğer birçok Batılı ülke, IŞİD’e karşı PKK’nın uzantısı olduğu bilindiği halde, PYD/YPG güçlerine destek vermeye başlamışlardır… 

Kobani, Kamışlı ve Afrin’de özerklik ilan eden PYD/YPG grupları, PKK ile bağları nedeniyle Türk Devleti tarafından “terör örgütü” olarak görülen yapılanmalardır. Bu nedenle, ABD’nin müttefik bir ülkeye karşı savaşan terör örgütlerine silah yardımı yapması, Ankara’da çok olumsuz tepkilere neden olmuştur. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, o dönemde IŞİD’e karşı Ankara da PYD/YPG ile görüşmeler yapmış ve hatta PYD lideri Salih Müslim, Ankara’da resmi temaslarda bulunmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk devletin yetkililerinin tepkileri üzerine, Amerikalı yetkililer, örneğin o dönemde ABD Savunma Bakanı olan James Mattis (Jim Mattis), PYD/YPG ile ülkesinin ilişkilerinin “taktiksel” olduğunu belirtmiş ve IŞİD’in yenilmesi sonrasında Kürt güçlerine verilen silahların geri alınacağını vurgulamıştır Ancak ABD Dışişleri Bakanlığı’nın o dönemdeki sözcüsü Marie Harf’ın PYD’yi “terör örgütü olarak görmediklerini” açıklaması durumun Mattis’in algılamasından daha karmaşık olduğunu ispatlar nitelikteydi. Nitekim Mattis’in istifasının ardından IŞİD’in tamamen yok edilmesine ve lideri Ebubekir El Bağdadi’nin de öldürülmesine karşın, ABD’nin Kürtlere yönelik destek politikası hiçbir şekilde sona ermemiştir. Bu da ABD’nin Irak ve Suriye’de öncelikli partneri olarak Kürt grupları tercih ettiğini ispatlar niteliktedir. Bu, kuşkusuz, 1 Mart Tezkeresi nedeniyle Türkiye’yi cezalandırma politikasının devam ettiğini göstermektedir. ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararı alması durumu biraz daha karışık hale getirse de, henüz ABD’nin Kürt yanlısı politikalarında somut bir değişim yaşanmamıştır. Trump’ın Obama’ya kıyasla farkı ise, Türkiye’yi kaybetmemek için, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınıra yakın bölgelerde operasyon yapmasına izin vermesi ve iki Amerikan müttefiki arasında çatışmayı önlemek için, Kürt güçlerinin güney bölgelerine çekilmesini talep etmesidir. Ancak Trump, Türkiye’nin operasyon için anlaşılan bölgenin ötesine geçmesi ve Kürtlere yönelik kapsamlı bir operasyon başlatması durumunda, Ankara’yı ekonomisini mahvetmekle tehdit etmekten de geri durmamıştır… Bu konuda, iki ülke arasında halen daha bir uzlaşı sağlanamamıştır. Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü gruplara silah yardımı yapması nedeniyle ABD’nin durumu müttefiklik ilişkisinin ruhu ve içeriğine uygun bir yaklaşım olarak gözükmemesine karşın, Washington ve Avrupalı ülkelerin PKK ile YPG/PYD gruplarını ayrıştırmaya gayret eden bir politika izlediklerini de bu noktada belirtmek gerekir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK bir terör örgütü olarak kabul edilirken, Suriye’de mücadele veren PYD ve YPG, Batı dünyası açısından tehdit olarak görülmemektedir.

Rusya’nın 2015 yılında Suriye’ye askeri müdahalede bulunarak sahada üstünlüğü ele geçirdiği ve NATO güçleri içerisindeki ikiliği çok iyi kullandığı da vurgulanmalıdır. Dolayısıyla, bu konuda Türkiye ve diğer NATO müttefikleri arasında uyumlu ve tutarlı bir politika geliştirilememesi, Suriye’nin Rusya’ya kaybedilmesine yol açmıştır. 

10-) S-400 VE F-35 KRİZİ 

Bugüne kadar hava savunmasını jet uçaklarıyla yapmak zorunda kalan Türkiye, 2010’lu yıllarda AK Parti iktidarı döneminde bir hava savunma sistemi almak için temaslara başlamıştır. Bu doğrultuda, ilk olarak, 2013 yılı sonbaharında, teknik incelemelerin ardından Çin yapımı HQ-9 (FD-2000) hava savunma sisteminin alınmasına karar verilmiştir. Çin yapımı sistemin avantajı, Ankara’ya “teknoloji transferi” sağlayarak, ileride Türkiye’nin kendi “yerli ve milli” füze savunma sistemini üretmesine olanak sağlayacak olmasıydı. Ayrıca Çinli şirket, bu konunun Türkiye’deki en önemli uzmanlarından olan Dr. Sıtkı Egeli’ye göre, Ankara’ya maliyet anlamında da oldukça cazip bir teklif sunmuştu… Ancak bir NATO üyesi olan Türkiye’nin -ABD nezdinde tehdit algılamalarında en üst sıralarda yer alan- Çin’den füze savunma sistemi alacak olması Batı kamuoyunda çeşitli endişelere neden olmuş; nitekim Amerikalı ve Avrupalı şirketlerin Ankara’ya yönelik uyarı ve tehditlerinin ardından, Ankara, 2015 yılında bu kararından vazgeçtiğini duyurmuştur…

Türkiye’den patriotların çekilmesinin ardından Ankara, 2017 yılı ortalarında Rusya ile S-400’ler konusunda anlaşmaya varıldığını ve karşılıklı imzaların atıldığını dünyaya ilan etti. Türkiye’nin hava savunma sistemi konusunda Rus yapımı S-400’leri tercih etmesi, ilk günden itibaren ABD ve Batı kamuoyunda endişeyle karşılanmış, ancak bu yöndeki eleştiriler S-400’lerin Türkiye’ye teslimatının yapıldığı son döneme kadar yüksek sesle ifade edilmemiştir. Türkiye’nin S-400’leri tercih etmesi, kuşkusuz, 2015 yılında yaşanan “jet krizi” ve 2016 yılında Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürülmesi ardından, Ankara’nın Moskova ile yaşadığı krizleri aşmak konusundaki isteğini göstermek için aldığı kesin bir iradeyi ortaya koymaktadır. Ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir röportajında, Rus lider Vladimir Putin’in kendilerine kredi ve faiz anlamında da olumlu şartlar sunduğunu ifade etmiştir. İki ülkenin enerji sektöründe giderek derinleşen iş birliği ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından Rusya’nın Ankara’ya ilk destek veren ülke olduğu da hatırlanırsa, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S-400’ler konusunda neden bu kadar kararlı olduğu daha iyi anlaşılabilecektir. ABD ise, bu konudaki muhalefetini zaman içerisinde giderek sertleştirmiş ve bu konuyu son aylarda ikili ilişkilerdeki en önemli pürüz maddelerinden birisi haline getirmiştir. S-400’ler konusunu Türkiye’nin ortak üreticilerinden olduğu F-35’ler için bir ön şart haline getiren ABD, sonunda Türkiye’yi projeden çıkarmıştır.

Dolayısıyla, S-400’lerin Türkiye’ye bedeli, F-35 jetlerini alamamak olmuştur. Ayrıca 2020 ABD Başkanlık seçimini Demokrat aday Joe Biden’a karşı kaybeden Donald Trump yönetimi, 2020 yılı aralık ayında, ABD Kongresi’nden Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası (NDAA) kapsamında süper çoğunlukla (2/3 çoğunluğun üzerinde oy) geçen ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alması nedeniyle uygulanan CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) yaptırımlarına engel olamamış ve Türk-Amerikan ilişkilerinde S-400 krizi büyük bir soruna dönüşmüştür. 

Amerikan iç kamuoyundaki büyük tepkiler nedeniyle, Türkiye’ye F-35 savaş uçaklarının verilmesine engel olunmuş ve ABD Kongresi’nin kararıyla Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uygulanmıştır. Türkiye’de de iç kamuoyu, doğru bir algı yönetimi yapılamadığı için, S-400 alımı meselesini bir egemenlik ve bağımsızlık meselesi olarak (1970’lerdeki haşhaş sorunu ve Kıbrıs krizi gibi) görmeye başlamıştır. 

 


Yorum Yazın