Emel Seçen Yazdı:

Mayıs Yasları, Haziran’da Ölmek Zor ve şimdi de Temmuz

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Mayıs Yasları, Haziran’da Ölmek Zor ve şimdi de Temmuz
Abone ol
Muhalif'in Aktivist Yazarı Emel Seçen eylem alanlarındaydı yine. Ve eylem alanlarından izlenimlerini kaleme aldı:

Emel Seçen'in, "Temmuz" başlıklı makalesi şöyle:

On beş, on altı yaşlarındaydım; oğlum olursa adı “Onur Efe”, kız olursa “Ece” olacaktı. Hayal oydu, ikisi de arzuydu, hiçbiri olmadı.

İnsan yaşaya geldiği düzende eksik gördüğü olguyu, bir isim ile yaşama nakşetmek istiyor. Biz, toplum olarak özgürlüklere aç olduğumuz için çocuklarımıza kız, erkek ayırmadan “Deniz” ismini koyarız. Barışa hasret olduğumuz için Barış’lar vardır mesela.

İster yakın tarih ister günümüzde eşitlik, adalet, kardeşlik bizde görüş mesafesinin hep puslu olduğu yerler. Bunu 1789 Fransız devrimi yapan dünya vatandaşları eşitlik, özgürlük, kardeşlik derken bizde ise 2017 yılında, ana muhalefet partisi başkanının başlattığı, Adalet Yürüyüşünde bile iktidar Gerede Belediyesinde susuz kalan, yürüyüşe katılan halka parası ile bile su vermedi! Yardımcı olanları engelledi. O yüzden hala herkese bir gün lazım olacak olgu “Adaleti” arıyoruz, kızlarımıza isim diye veriyoruz. Eşit şartlar altında bugün dahi üniversite sınavına giremeyen gençlerimizin çoğu Hukuk okumak istiyor çünkü çocukluklarından bile göremedikleri adaleti yaşatmak, yaşatmak istiyorlar.

ONUR YÜRÜYÜŞÜ VE İSTANBUL’DA ÜÇ EYLEM

Bitlis milletvekilleri, beş minare için mecliste kavga etmiyor, mesele Bitlis değil. Ama genelde bağırış, çağırış, orada oluyor ama yolda sakince kendi varlığını ortaya koyarak bir yürüyüş na mümkün! 

Türkiye’nin en önemli şehirlerinin başında gelen İstanbul’da, hep yapılan LGBTİ+ Onur Yürüyüşü, yaptırılmıyor. Bırakın yaptırılmamayı basın emekçisi Bülent Kılıç, yere yatırılıyor, sırtında üç ya da dört polis, elindeki fotoğraf makinesi fırlatılıyor, ters kelepçe ile ekip arabasına bindiriliyor.

AFP Foto Muhabiri Bülent Kılıç

Suçu mesleğini yapmak! Taksim, Mis Sokak’ta kafe de oturan vatandaşlar da nasibini alıyorlar. 

Arkadaşlar oradaydı, ben ise İstanbul, Bakırköy’de Kanal İstanbul için Özgürlük Meydanı’ndaki etkinlikteydim ve bilgisi geç gelen TKP tarafından yapılacak olan yine Kanal İstanbul için Küçükçekmece’deki basın açıklamasında. 



Bakırköy’e vardığımda, meydanda şartlar gereği sosyal mesafeyi de düşündüğümüzde ancak otuz kişinin girebileceği bir alan bırakılmıştı, İstanbul’u korumaya çalışan bizlere. Etrafı da polis memurlarından oluşan çitlerle çevrilmiş, ayrıca set çekilmiş sokağın başında, iki TOMA, ara sokakta bir TOMA daha ve meydanda korumalarla tam tur dönmüştü. O daracık alanda bir şey yapmanın mümkünlüğü elbette yoktu. Gelenler çıkarma yapmıyor zaten doğanın dağlarını delip, katletmiyor, inşaat ile ülkeyi talan etme dertleri olmadığı gibi sadece farkındalık katarak İstanbul’a sahip çıkmak istiyorlardı. 

Olmadı elbette, kısaca şunlar oldu:
“Ormana, suya İstanbul’a dokunma. Ormanlar, nehirler sermaye değiller. Tarım alanları yok edilecek. Bu halk, beton mu yiyecek” diye soruldu. Doğa İçin Sanat Platformu, bisikletleri ile geldikleri dar edilen meydana girip yaptıkları resimleri sergilemeye çalıştılar. Dövizleri ile konuşmaya çalışırken tüm memurlar dört göz bekliyorlardı. Ana muhalefet İstanbul Milletvekili Dr. Ali Şeker “İstanbul’a ihanet ettik diyenler ihanet etmeye devam ediyor. “Marmara ölüyorum” diyor, buna kulak tıkıyorlar” dedi. 

Kuş uçurtmamaya yemin etmiş memurlarımızı kimse yormadan dağıldı. Zaten kimsenin öyle bir derdi yoktu ki. Oradan hızla Küçükçemece tarihi Mimar Sinan köprüsüne vardım. Korkunç bir sıcak, daha metrodan iner inmez o bakir alanın etrafı memurlar tarafından kuşatılmıştı. Öğrendim ki sabahın erken saatlerinde buraya gelmişler. Üzerlerinde üniformaları, sıcak tepelerinde, ellerinde kalkanları… Biz de üç, beş sonra toplasan otuz kişi olduğumuzda birden karınca hızı ile köprünün iki ucunu kuşattılar. Telsizliler, siviller, üniformalı kadın, erkek polis görevlisi etrafı sardı. Bakırköy’deki alandan da küçücük bir alan kaldı söylemcilere, bir müdahale olsa direkt suda, köprünün dışında bulacağız kendimizi, avantaj aslında hava yanıyor.

10 dk. sürdü sürmedi basın açıklaması ve gayet kendinden emin TKP’li gençler minik minik bir, iki slogan eşliğinde konuşmasını bitirdi ve dağıldı. Hem de yine kimseyi yormadan.

TKP’li gençlerin daha çok işleri vardı, buradan organize ettikleri İstanbul’da bir kültür gezisi yaptılar, beni de davet ettiler, katıldım. Arkeolog Dr. İlknur Türkoğlu’nun anlatımı ile yaşadığı Bakırköy’üne sahip çıkışı bütün yorgunluğumu aldı, götürdü. O sıcakta olan geziyi daha sonraki yazımda anlatacağım. Bakırköy Dayanışma Komitesinin düzenlediği kültür gezisinin ilki gerçekten farklıydı, yaşadığı şehri bilmeyenler için düşünülmüş, öğrenmenin yaşının olmadığı gerçeğini hatırlatıyordu. Ve bir şeyi de daha ortaya koyuyordu. Bir şehri yaşamak ve yaşatmak, gerektiğinde de savunmak.

Aşktır, İstanbul, burada doğmuş, büyümüş biri olarak ve yaşadığı şehre gönülden bağlı olan biri olarak yazıyorum elbette. Koskoca Napolyon demiş: Dünya bir ülke olsa başkenti İstanbul olurdu, diye. Bakmasını ve yaşatmasını bilirsen gözbebeğidir, İstanbul!

Ama bizi yönetenlerin öyle bir dertleri yok. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik bir yana neredeyse nefes alma denilecek. Bir gazetecinin görevini yaptığı sırada müdahale ve nefes alamamak!

AMERİKA ÖZENTİSİ VE İŞLEYİŞİ

Yıllarca Amerika özendirildi, özgürlükler var, diye. Bana göre toplama bilgisayar gibi İngiltere’den kaçıp, yeni bir ülke kuran yine İngilizler ve topladıkları, kabul edip işine gelmediği için dışladıkları.

Yaşamadım bilemem, ben gezip görürüm ama kendi toprağına âşık olanlardanım. Kendi özünün değerini bilmeye çalışanlardan. Yıllarca Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu dil dedi, aile dedi, kimse dinlemedi. Dinledi ya da anlamadı, anlamaya çalışmadı. Bitirecekler sizi, bizi önce dilinizden, demişti.

Bugün Amerika’ya özenenler; bir özgürlükler ülkesinde hiçbir suçu yokken sadece siyahî bir ırktan olduğu için bir polis memuru tarafından nefessiz kalması sağlanarak öldürülen, George Floyd vakasının aynısını geçtiğimiz günlerde kendi vatandaşı, üstelik de görevini yapmaya çalışan bir gazeteci üzerinde gördü. Anladınız mı şimdi sizi, bizi nelerin beklediğini? Bizler, birlik olmadığımız müddetçe ayrışmaya, bir kimya çözeltisi gibi çözülmeye devam edeceğiz. İktidarın bir milletvekili meclis kürsüsünden, muhalefete seslenerek “Almışsınız 17 milletvekilini önünüze, Bitlis’te kadrolu, fitneci birisini basına saldırtıyorsunuz, çok affedersiniz –basına havlatıyorsunuz-“ dedi dahası var, it’lik kelimesi. 

Düşünün uğruna ne bedelleri ödenmiş bir Gazi Meclisi içinde söylemlere bakın! Kendi insanına bu yakıştırmaları yapanlar, bunu doğal bir hak görenler, diğerlerine ne yapmasın. İster adalet ister özgürlük arayın, elbette sırtınıza çöküp nefes aldırmayacaklar, çünkü aynı bakmıyoruz.

Bu ülkede hak etmeyen insanlar hem kendi vatandaşını hem temsil ettiği alanları kirletiyorlar. İşte bu yüzden tam yeri de gelmiş iki film önereceğim elbette başta Parazit mi? Joker mi? diye tüm sinema eleştirmenlerini ikiye ayıran, benim tercihim tüm zamanlarda Joker, parazitleri kim sever ki? Aynı konu üzerinden gidip, daha derine, toplumsal sorunun odak noktasına inemiyorsa. Ve hele hele filmi yaparken ardından diziyi düşünecek kadar rant peşinde ise?

Diğeri Antebellum, George Floyd’a selam çakan bu filmde, Amerikan iç savaşı ve kölelik dönemi. Hani şu özgürlükler ülkesi, ne şekilde özgür olmuş. Antebellum’da “Sus, konuşursan başın derde girer!” işleniyor, elbette siyahî ırk ve atalarına yapılan saygısızlıklar üzerinden.

Dolayısı ile İstanbul, Taksim Mis Sokak’ta bir gazetecinin fotoğraf çekeceği anda üzerine üç, dört polisin çullanıp, yere yatırıp, işi olan fotoğraf makinesini fırlatması sonra asfalta yapışmış yüzü, kale gibi siyah bir penceremsi yerden görünen fotoğraf karesi ile yansıyor, dünyaya. O da polis memurunun bacakları. 

 

Ha Adalet yürüyüşünde su vermemişsin ha onur yürüyüşünde, bir başka canın öz varlığına saygı duymamışsın. Hepsinin çıktığı kapı aynı…

Hafta sonu ile kalmadı elbette iş, dün gece Beyoğlu, Küçük Bayram Sokak’ta trans kadınların yaşadığı evler mühürlendi.

Bu protestoların ertesi günü Ankara, Ulus’ta Atatürk Heykeli önünde temmuz ayında yapılması beklenen maaş zammı ile ilgili olarak, emekliler maaşlarına zam talebiyle ile ilgili basın açıklaması yapmak istediler, polis izin vermedi. Bir süre onları abluka altında tuttular. Bir emekli gözaltına alındı, konuşmalarını Sendika Genel Merkezinde yapma kararı aldılar. Ve ne oldu biliyor musunuz? Emeklilerin üzerinde otobüs paraları olmadığı için Kızılay’daki Tüm Emekliler Sendikası Genel Merkezi’ne, yürüyerek dönmek zorunda kaldılar!

Gölgeler korkuyor ve ateş püskürüyorlar ama bu ülkenin gerçek vatanseverleri var, olmaya devam ediyor, edecek…

Yazımı bir özlü söz, bir özlü sözler dizini şiir ile tamamlamak istiyorum.
Biri üstat Yaşar Kemal’den: “Yalanın gücü, doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru ise yalnızdır…”
Ve Mayıs yasları, Haziran’da ölmek zor, dedik ama aynı şair üstat, Hasan Hüseyin Korkmazgil oğluna adını verdiği şiiri, Temmuz’da ahvalimizi çok iyi anlatıyor ve bir bayrak yarışının yılmaz bekçiliğini gözler önüne seriyor.

Önümüz Temmuz, şafakta Madımak bekliyor daha bizi. Yine de umudumuzu hiçbir zaman kaybetmeden inandıklarımızdan, sevdiklerimizden, değerlerimizden vazgeçmeden devam edeceğiz. Ve her bir sözümüz, eylemimiz aslında onların arkamızda olduğu, bizi izlediği, bizim de onlara her zaman layık olmamız gerektiğidir.

Bir Oğlum Olacak Adı Temmuz
bir oğlum olacak adı temmuz
uykusuz
korkusuz
beter mi beter
ben beynimi satarak yaşıyorum
o benden proleter

bir oğlum olacak adı temmuz
karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
bende bitmeyen kavga
onda yeniden başlayacak

bir oğlum olacak adı temmuz
öfkede benden fırtına
sevgide deniz
ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun
ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
temmuz gibi sıcak ve bereketli
temmuz gibi uçsuzbucaksız

bir oğlum olacak adı temmuz
dilinde en güzel sesi türkçemin
kulağı en yiğit şarkılarla delik
korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
vivaldi'yi dinler gibi okuyup anlayacak
ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şaftalisine
ay'dan kendi sesini dinleyecek
vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle

ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
iri bir çizme gibi balkanlar'a basarken faşizm
dağlarda silah atmayı sevdim
ben ki silah taşıdım gizli gizli
dünyanın bütün devrimlerine
boşuna dönmüyor bu rotatifler
boşuna bağırmıyor bu kara
boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
anamın aksütü gibi biliyorum ki
doyumsuz günlere doğacak temmuz
doyumsuz günler görecek
hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi
hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler gibi günler
ama mutlaka

karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
ben direndim yorulmadım
o yorulup yıkılmayacak


Yorum Yazın