Emekli Büyükelçi Ahmet Süha Umar yazdı:

Kazı yolmanın binbir yolu vardır

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Kazı yolmanın binbir yolu vardır
Abone ol

Kaz akıllı ve belalı bir kuştur. “Aptal kaz” dediklerine bakmayın, siz de benim gibi bir zamanlar avcı olsaydınız bu lafın tam da aptal insanoğluna yakışan bir yalan olduğunu bilirdiniz. Neyse konumuz kaz yolmak değil, bu deyimin anlattığı eylemdir ki kısaca, “bir işi yapmanın, yaptırmanın yolu, yordamı.” olarak tanımlanabilir. Kazı yolmanın olduğu gibi, bir işi yapmanın, yaptırmanın, bir lafı söylemenin de binbir yolu vardır.

Birinci yol, aklınıza geleni, paldır küldür, ulu orta söylemektir ki en hafif değimi ile “patavatsızlık” olarak bilinir. Çoğu kez hakkınızdaki bu yargı ile kalır, biraz da dışlanırsınız ama fazla zarar görmezsiniz.

Diğer bir yolu, “akım derken ..kum demek.” olarak anlatılır ki en iyi olasılıkla, karşınızdaki size “ne diyor acaba?” der gibi şaşkınlıkla bakar ki bu da, yol yordam bilmemenin en hafif cezalarından biridir. Halinize şükredersiniz.

Başka bir yol ise olmadık yerde, olmadık kişiye, olmadık bir laf etmektir.  “Pot kırmak” veya “çam devirmek” olarak bilinir. Geriye derin bir mahcubiyet kalır. Her şeye rağmen yine de kötünün iyisidir. Unutmaya çalışırsınız.

Ama bir yol vardır ki ölümcüldür ve kazı doğru biçimde yolmazsanız, o belalı kuş önce “tısss”lar, sonra da en beklemediğiniz anda tepenize biner ve sizi gittiğiniz yere kadar kovalar. Kurtuluşu yoktur.

Özellikle de devletlerarasındaki ilişkilerde kazı nasıl yolacağınızı -aman kimse alınmasın-,  yani bir işi nasıl yapacağınızı, yaptıracağınızı; hangi sözü, kime, nerede ve nasıl söyleyeceğinizi bilmek, istediğiniz sonucu almak açısından yaşamsal öneme sahiptir. Buraya kadar bilmece gibi oldu galiba. O zaman biraz açalım.

Bir zamanılar AKP’nin, dünyayı yönettiğini düşünen bir Dışişleri Bakanı vardı. “Derin” bir de kitap yazmıştı. Bosna Hersek’in NATO üyeliği için ilk adımın atılmasını sağlamak üzere, NATO Bakanlar Konseyi Toplantısı için Brüksel’e gitmişti. Toplantı sırasında, masanın etrafında oturan, belli başlı NATO üyesi Avrupalı ülkelerin Dışişleri Bakanı meslektaşlarını, Srebrenitza Katliamı’ndan sorumlu tutan bir konuşma yapmıştı. Haksız da değildi. Srebrenitza’da binlerce Boşnağın katledilmesine, en azından seyirci kalmışlardı o ülkeler. Bakan haklı olmasına haklıydı ancak, o toplantıda, katliam yapmakla veya katliama göz yummakla suçladığı aynı bakanlardan, Bosna Hersek’in NATO üyeliği için destek istemeseydi, iyiydi! Doğru bildiniz. Bakan, bırakın istediği desteği, nasihat bile alamamıştı! Toplantıdan birkaç gün sonra Saraybosna’da buluştuğumuzda, karşılaştığı durumu bana biraz da şaşkınlıkla anlattı. “Sayın Bakan” dedim. “15 dakika sonra destek isteyeceğiniz bakanları soykırımla suçlamak olmaz. Adam size destek verse, ülkesine döndüğünde görevinden olur!” Bakan bir süre yüzüme bakıp, “bunu düşünemedik!” dedi.” [1] Lafı uzattım. Günümüze geleyim.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Berlin’e gidip, Federal Almanya Başbakanı’na, cümle âlemin ortasında, “Ben açık konuşuyorum. Biz sizin gibi borçluluk duygusu içinde hareket etmiyoruz. Biz Holokost ateşinde yanmadık. Bizim İsrail’e borcumuz yok.” demiş.

Dedikleri doğru. Almanya’nın İsrail-Hamas savaşında takındığı körü körüne İsrail yanlısı tutumun hiç değilse bir nedeni de Nazi Almanyası’nın Yahudilere karşı izlediği, insanlık dışı soykırım politikasının yarattığı suçluluk, ezikliktir.

Türkiye’nin Yahudilere borcu olmadığı gibi ciddi alacakları vardır. Engizisyondan kaçan Aşkenazi Yahudilerine; Almanya ve Avusturya’da soykırımdan kaçan Yahudilere kucak açan Türkiye’dir. Daha da önemlisi, Roma İmparatorluğu Senatosu’nun MS 90 yılında aldığı, Yahudilerin Filistin’den sürülmeleri ve bir daha geri dönmemeleri kararını kaldıran Yavuz Sultan Selim’dir. Filistin topraklarına ilk büyük Yahudi göçleri ise Abdülhamit zamanında olmuştur.

Erdoğan, Türkiye’nin İsrail’den “alacaklarını” Netanyahu’ya hatırlatsaydı, kimsenin bir diyeceği olmazdı.

Ancak, bir cumhurbaşkanının, resmi davet üzerine gittiği bir ülkenin başbakanını, herkesin içinde, “soykırımla, suçluluk duygusu içinde olmakla” itham etmesi, hani bir laf vardır, “kavgada bile söylenmez.” derler, işte öyle bir davranıştır.

Hele hele o başbakana, “Amerikalılar parasını verdiğimiz F35’lerimizin de paramızın da üstüne yattılar; F16 bile vermiyorlar, bari siz bize şu Eurofighter’lardan 30 tane verin.” demek zorunda iseniz, o sözleri aklınızdan bile geçirmemeniz gerek.

Bu sözlerin Türkiye’de belli bir grup üzerinde yaratacağı, “vay ne adam! Helal olsun. Böyle adama değil oyumu, canımı veririm!” etkisi sizin için her şeyden önemliyse söylemenizde sakınca yoktur.

Pardon, küçük! bir sakınca var yine de. Söylerseniz, sizi yok sayar, söylediklerinizi duymazdan gelirler. Değil uçak, olumlu veya olumsuz bir yanıt bile alamazsınız. Ülkenizi savaş uçaklarından mahrum bırakırsınız. Bu defa, “başkaları da uçak yapıyor. Onlardan alırız.” dersiniz de onun da, Cumhurbaşkanı olarak birinci göreviniz çıkarlarını korumak olan Türkiye Cumhuriyeti’ne faturası ağır olur.

Kazı kızdırmadan, canını acıtmadan yolmanın yolunu öğrenmekte yarar vardır. Buna “diplomasi” derler. Çoğu kez kapalı kapılar ardında yürütülür. Orada en ağır sözleri söylemek hatta küfür bile serbesttir ama yine de usulüne uygun etmesini bilmek kaydıyla.    

[1] Belgrad. 500 Yıl Sonra. Boyut Yayıncılık. Süha Umar


Yorum Yazın