28 Şubat’ta aslında ne oldu?

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
28 Şubat’ta aslında ne oldu?
Abone ol
28 Şubat’ta, biz tanklar yürüdü zannederken, aslında ne oldu? Askerlerin siyasetin tam göbeğine yerleştiği, önemli bir figür olduğu dönemde, sermaye nasıl el değiştirdi? Kimler kaybetti, yerlerine kimler geldi. Gazeteci Murat Bayar o dönemin perde arkasını "Konuk Gazeteci-Konuk Görüş" olarak, ekonomist gözüyle analiz etti.

GAZETECİ MURAT BAYAR'DAN FARKLI BAKIŞ FARKLI ANALİZ

Yemek ön yargıların aksine derin bir kültürü yansıtır. Çünkü yediğiniz yemekte o bölgede, coğrafyada tarih boyunca yaşamış tüm kültürlerin izlerini bulmak, kültürel etkileşimleri izlemek mümkündür. Aynı mantıktan hareketle sermayeyi takip ederek, Türkiye’nin yakın geçmişinin perde arkasını görmeye çalıştık. 
Bu çerçevede, 28 Şubat Post Modern darbesinin perdesini aralamaya ve Türkiye’yi analiz etmeye çalıştık.

Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi ve Kemal Derviş!

Türkiye 2000-2001 yılında cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşıyordu. Ne Ankara ne de İMF hiçbir şey söyleyemiyor adeta donmuşlardı.
Türkiye’nin İMF kotası da dolmuştu. Almanya, Fransa ve kısmen İngiltere’nin başını çektiği bir grup Türkiye’nin, Rusya örneğinde olduğu gibi moratoryum (borç erteleme) ilan etmesini istiyordu.
Henüz 11 Eylül saldırıları gerçekleşmemiş, Afganistan ve Irak ise henüz gündeme gelmemişti. Bununla birlikte ABD, Türkiye’nin moratoryum ilan etmemesini, İMF Hazinesi için gerekli kaynağı tek başına sağlayacağını açıkladı. Ve Türkiye’yi iflastan kurtaran İMF’den aldığımız 22 milyar dolarlık kaynağı tek başına Amerikan Hazinesi’nin İMF’ye aktarması sonucu Türkiye’ye kullandırıldı. Bir bakıma Amerika’nın Türkiye ile ilgili bölgesel, ekonomik tercihleri gibi dengeler bunu gerektiriyordu.
Dışarıdan süper yetkilerle donatılmış Kemal Derviş “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” başlattı.
CHP dışındaki tüm eski Partileri dışarıda bırakan yeni döneme Devlet Bahçeli’nin erken seçim açıklaması ile girilecekti. 
TBMM teskereyi reddedecek ve bu ret kararı AKP’ye çok ciddi bir meşruiyet kazandıracak, AKP teskerenin sonuçlarını da çok iyi değerlendirecekti. 
Geç kalmış bir ikinci tezkerenin TBMM’den geçirilmesi AKP’ye meşruiyet ve Batı desteğini bir arada getirdi.

28 Şubat Post Modern darbesi ile Konya’daki bazı ‘yeşil sermaye’ olarak adlandırılan holdingler tasfiye edilecek, onların yerini hızla, başka bir “İslami” sermaye alacaktı.
İMF politikaları, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve mali disiplinden taviz vermeden ekonomiyi işleten AKP ile Türkiye son dokuz yılda kişi başına düşen milli geliri 3 bin dolardan 10 bin doların üzerine çıkaracak, en az 5 milyon hane halkı yeni orta sınıf olarak ortaya çıkacaktı. 

Yıldızı parlayan Türkiye’nin büyümesi teknolojiye ve yüksek katma değere değil, tüketim, varlık fiyatlarının yükselmesi, mal ile hizmet sektörü ve inşaat sektörüne daha fazla dayalı bir büyüme şeklinde olacaktı. Bu nedenle sanayici gruplar dahi sanayi dışında enerji, hizmet sektörü ya da gayrimenkul sektörlerine yatırıma kanalize olacaktı. 
Türkiye’nin Sermaye Hareketleri dosyamıza 2000 yılından itibaren özetledikten sonra, 28 Şubat Post Modern darbesine döneceğiz.
AKP’ye neden kapatma davası açıldı ve kapatılması halinde Türkiye senaryosu neydi? Bu olay karşısında tarafsız kalan ABD’ye karşın, 42 yıl sonra İngiltere Kraliçesi niye Türkiye’ye geldi? Sorularına da yanıt aradık. 

6 Aralık 2000 tarihinde Demirbank’a el konması ile kamuoyunun ilk işaretlerini aldığı, 2001 yılındaki şubat krizi cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizi idi!
Bu kriz tabii Türkiye’nin 1990 ile 2000 yılları arasındaki tüm sorunlarının yumak haline geldiği kriz olarak karşımıza çıktı. Hem ciddi kamu açığı vardı hem de kamu politikasında ciddi başıbozukluk vardı. Hazine idaresi ve kamu çok ciddi borçlanma ile devam ediyordu. Para politikası olarak son bir senede uygulanan politikalar hariç, bir fiyat istikrarı ve enflasyon hedeflemesi yoktu. On yıl boyunca yüzde 100’lerde dolaşan ciddi bir faiz yükü ile geldik. Program ile birlikte 2000 yılında yüzde 35’lere inmişti ama Şubat 2001 krizinde gecelik yüzde 2 bin, 3 binlere geldi. Kamu bankalarının görev zararlarının inanılmaz boyutlara ulaştığını gördük. Merkez Bankası bağımsızlığının olmamasından kaynaklanan nedenlerle de karşımıza çok ciddi bir kriz olarak çıktı. Yine ekonomide ilginç gelişmelerin yaşandığı bir dönem oldu. Kemal Derviş mart ayında Türkiye’ye geldi. Çünkü krizle birlikte donup kalmıştık. Ne İMF bir şey söyleyebiliyor, ne de hükümet adım atabiliyordu.

TARİHİ KIRILMA NOKTASI ABD’NİN DESTEĞİ İLE OLDU… 

Dışarıdan süper yetkilerle donatılmış bir ekonomi bakanı sıfatı ile Kemal Derviş “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” başlattı. Her halükârda Türkiye, İMF’den bir para almak zorundaydı. Mutlaka ve hangi önlem paketi alınırsa alınsın, sisteme 20–25 milyar dolar kanalize edilmesi gerekiyordu. Orada Batı kendi içinde ikiye bölündü. Almanya, Fransa ve kısmen İngiltere’nin başını çektiği bir grup Türkiye’nin, Rusya örneğinde olduğu gibi moratoryum (borç erteleme) ilan etmesi şartına bağlı olarak İMF antlaşması ve para verilmesini önerdi. Çünkü Türkiye’nin İMF kotası dolmuştu. Türkiye’nin İMF’den alabileceği ilave kaynak için ancak, İMF’nin büyük sermayedarlarının hazinelerinden İMF’ye ilave para aktarılması gerekiyordu. Burada ABD ise Türkiye’nin moratoryum ilan etmesini istemeyerek, kaynağı tek başına kendisinin verebileceğini söyledi. Ki bu tarihi bir kırılma noktası oldu. 

Ve Şubat 2001 krizi sonrası İMF’den aldığımız 22 milyar dolarlık kaynağı tek başına Amerikan Hazinesi’nin İMF’ye aktarması sonucu Türkiye’ye kullandırıldı. Bir bakıma Amerika’nın Türkiye ile ilgili bölgesel, ekonomik tercihleri gibi dengeler bunu gerektiriyordu.

O günün şartlarını anımsamak gerekirse, henüz 11 Eylül saldırıları gerçekleşmemiş, Afganistan ve Irak henüz gündemde değildi ama Amerikalıların Irak’a bir operasyon planları yeniden ortaya çıkmaya başlamıştı. 

Sonrasında olaylar şöyle aktı: Türkiye, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı uygulamaya başladı. Amerika 2001 yılında, 11 Eylül olaylarını yaşadı. 2002’nin başında Amerika ile Türkiye arasındaki en önemli gündem maddesi Irak’ın işgali konusu oldu. ABD 2002’nin ocak ayından itibaren, çok üst düzeyde bir teknik heyetle Irak’a bir operasyonda Türkiye’nin rolünü görüşmeye başladı. Fakat bu görüşmelerde hem Başbakan Ecevit’in, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli çekinceleri oluşmaya başladı. Mart ve nisan aylarında Ecevit’in rahatsızlığının artması ve benzeri olayları yaşamaya başladık. 



YENİ DÖNEMİ BAHÇELİ’NİN ERKEN SEÇİM AÇIKLAMASI BAŞLATTI!

Kemal Derviş birden, mevcut ekonomik programın artık sürdürülemeyeceğini telaffuz ederek, görevden ayrıldı. Bunun üzerine Başbakan’ın sağlık sorunları gösterilerek görevden ayrılması seslendirilmeye başlandı. 2002 yılının haziran ayında henüz daha meclis kapanmamış iken Devlet Bahçeli genel seçim ilan edilmesi isteğini açıkladı. 
Bahçeli’nin ilanını yaptığı ve 2002 yılı kasım ayında gerçekleştirilen erken genel seçim, Türkiye’yi hem toplumsal hem de ekonomik yapısında yepyeni bir döneme götürecekti. Bütün mevcut siyasi partiler çok ağır yenilgi aldı. CHP hariç eski partilerin hepsi sistem dışında kaldı. Ve AKP seçimleri tek başına kazanarak iktidara geldi. 
Türkiye 2002’de sadece 265 milyar dolar milli geliri olan kişi başına düşen milli gelirin 3 bin dolara düştüğü, toplam ihracatının sadece 27 milyar dolar olduğu ve çok ciddi ekonomik yapısal reformlara ihtiyaç duyan, her anlamda rekabet gücünü artırması gereken bir ülke konumundaydı. ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’, Türkiye’yi şubat krizinden çekip, çıkartmıştı ama daha yapılacak çok fazla iş vardı. Bu dönemde AKP iktidarı ekonomik politikaların uygulanması konusunda şöyle bir şans buldu. Daha önce çok eleştirdiği İMF politikalarını en iyi uygulayan parti oldu. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve kamu mali disiplini konusunda hemen hemen hiç taviz vermedi. 
 
KEMAL DERVİŞ’İN, EKONOMİ KADROLARI, İLE YOLA DEVAM EDİLDİ!

İlk yıllar Derviş’in kadroları ile devam edildi. Daha sonra kendileri tecrübe kazanıp, işi iyice öğrendikten sonra ve yavaş yavaş kendi bürokratlarını devreye sokmaya başladı. Ama büyük ölçüde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın istikrar sağlama ana çatısını hiç değiştirmedi ve bu hedeften hiç taviz vermedi. Çünkü AKP Hükümeti, “İktidardan sadece yeniden bir ekonomik kriz olursa düşeriz”den hareket ettikleri için programa inanılmaz sadık kalıp, başarılı bir uygulama gerçekleştirdiler. 
1 Mart 2003 çok kritik bir tarih oldu. Irak’a yapılacak harekât ve teskere mecliste reddedildi. Bu olayla birlikte AKP ile Batı arasında daha da bir siyasi yakınlaşma olacaktı. AKP çok ciddi bir meşruiyet kazandı. Ve 2003’ün ekim ayında meclis açılır açılmaz AKP 1 Mart tarihinde geçmeyen teskereyi geçirdi. Ama o saatte ihtiyaç kalmamıştı. Bu sadece ABD’ye bir bağlılık gösterisi idi. Mesaj: ‘Bakın ben yanınızdayım. Teskereyi geçirebilirim. Daha önce de istedim ama başka partiler engelledi’ şeklinde idi. 



MUHALEFETİN TESKEREYİ REDDİ, AKP’YE MEŞRUİYET KAZANDIRDI!

1 Mart 2003 tarihinde teskere oylanırken TBMM’deki milletvekilleri vicdanlarını dinleyebilme rahatlığına sahipti. Grupların aldığı bağlayıcı kararlar yoktu. AKP Hükümeti yeni ve dolayısı ile toydu. 1 Mart teskeresinin geçmesi ile şunu elde ederiz gibi strateji olmadığı gibi reddedilmesinin sonrasındaki dengelere dair bir çalışmaları da yoktu. Bu olayın ardından dönemin Dış İşleri Bakanı Yaşar Yakış defalarca Amerika’ya gidip geldi. Pazarlık konusu oldu. Hatta kitaplara konu olan bu pazarlıkların, at pazarlığı gibi 60 milyardı, 80 milyardı gibi geliştiği anlatıldı. 

Gündemdeki, ‘Amerika Türkiye’ye hiç çıkmamak üzere girecek’ iddiaları…

Bu iddiaları zaten AKP’nin Güneydoğu Anadolu Milletvekilleri, konuyu rahatsızlık içerisinde gündeme getiriyordu. 

O yıllarda çekiç güç biraz şımarmış Mardin Kaymakamı’nı bir İngiliz yüzbaşısı tokatlamıştı. Amerika’nın gizli ajandası!

Amerikalılar burada 1 Mart Tezkeresi geçecek diye Mersin ve İskenderun limanlarına gemiler yanaşmış, teçhizatlar indirilmeye başlanmış, söz konusu olaylar yaşanmış, Amerikan birlikleri köylerde dolaşıp tesisler kurmaya başlamıştı. Konuya ilk tepki bölge milletvekillerinden gelmiş ve 1 Mart Tezkeresi için farklı davranma ihtiyacı hissetmiş olmalılar. 

1 MART TEZKERESİNİN SONUÇLARINI AKP ÇOK İYİ DEĞERLENDİRDİ…

Öncesinde organize görünmemelerine karşın 1 Mart Tezkeresinin sonuçlarını AKP çok iyi değerlendirdi. Siyaseten kendine rakip gördüğü hem asker-sivil bürokrasiyi hem de CHP’yi Batı’nın nezdinde zayıflatabilme konusunda eline çok önemli bir koz geçti. Ve 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinin asıl sorumlusunun onlar olduğunu söyledi. -Asker-sivil bürokrasisi-

Tabi tabii, asker-sivil bürokrasisi. Sadece bir gün önce 28 Şubat’ta yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuya ilişkin herhangi bir tavsiye kararı alınmadığını da biliyoruz. Bunu AKP politik olarak çok iyi işledi. TBMM ekimde açılır açılmaz bu teskereyi geçirerek de bunu tescil etmiş oldu. İşte orada AKP bir strateji izlemeye başladı. 1 Mart’ta da çekincesi olan bütün AKP’li vekiller ekimde ‘evet’ oyu verecekti. Geç kalmış bir ikinci tezkerenin TBMM’den geçirilmesi AKP’ye meşruiyet ve Batı desteğini bir arada getirdi. Özellikle ABD ile ilişkiler konusunda çok önemli bir fırsat getirdi. 

1 MART TEZKERESİ’NİN SONUÇLARI AKP-ABD VE BATI İTTİFAKINI GETİRDİ…

Tüm bu durumu AKP’nin en azından 1 Mart’tan itibaren görerek, daha planlı davrandığı görüyorum. Ondan sonra şu adımlar atılmaya ve adım adım işler gelişmeye başladı:
AKP-ABD ve Batı arasındaki ilişkiler aşama aşama gelişmeye ve test edilmeye başlandı. 
Bunlardan en önemlisi, ekim ayındaki ikinci teskereden sonra ABD ve Avrupa Birliği AKP’nin bu meşruiyet arayışını da görerek, çok önemli bir test konusu olarak Kıbrıs konusunu seçtiler. Ve Kıbrıs konusunda yeni bir strateji oluşturuldu. 

BATI’NIN AKP’Yİ İLK TESTİ, KIBRIS!

AKP ile kasım ayında görüşüldü. Annan planı olarak bildiğimiz, ‘Birleşik Kıbrıs’ konusu masaya geldi. AKP’nin bu konudaki izleyeceği tavır ve duruşu, meşruiyet arayışında ve Batı ile ilişkilerinde çok önemli bir test alanı oluşturdu. Türkiye’nin bu konudaki değişmez tezlerini AKP ilk defa orada kırdı. Birleşik Kıbrıs meselesi gündeme geldi. Annan planı tamamen destekledi. Rauf Denktaş açıkça ifade edilirse bu konuda devre dışı bırakıldı. Ve Annan planı kabul edildi. Annan planı Türk tarafınca kabul edildi, Rum’lar reddetti. Uygulanamadı ama en azından AKP Kıbrıs politikasındaki değişikliği ortaya koymuş oldu. Bu çok ciddi adımdan sonra ilişkiler bu anlamda devam etmeye başladı. Bu arada AKP mali disiplin ve ekonomideki diğer başarılarını da sürdürmeye devam ediyordu. 

2005’te hem İMF hem de AB ile ilgili çok önemli iki olay oldu. 2002 yılında İMF ile imzalanmış olan stand by antlaşmasının üç yıllık süresi doluyordu. AKP buna devam eder mi derken, İMF ile 2005 ile 2008 yılını kapsayan yeni bir üç yıllık stand by antlaşması imzalandı. 
Bu Türkiye’nin ekonomisi açısından çok olumlu bir referans kaynağı oldu. Türkiye’nin AB müzakereleri 2004 yılı aralık ayında tam üyelik perspektifi ile bir anlamda ödüllendirildi bir anlamda sona erdi. O’da şu. Türkiye, 2005’in başından itibaren müthiş bir ivmelenme kazandı. Türkiye 2005, 2006 ve 2007’de ortalama yüzde 8’lik müthiş bir büyüme gösterdi. Özellikle bu AB’nin yaratmış olduğu ivme ile birlikte, fakat 2004 Aralık ayında Helsinki’de Türkiye ile yapılan tam üyelik müzakerelerinin başlangıcını 3 Ekim 2005’de olacağı ve o tarihe kadar da Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yeni bir adım atması gerekiyordu biz ona ek mutabakatlar sağladık. Ama orada o döneme gelirken Kürt meselesinin çok önemli olduğunu düşündüren bir süreç yaşandı. 3 Ekim 2005’de İngiltere bu konuda Tony Blair Başbakanlığı döneminde çok aktif rol oynaması ve ABD’nin desteği söz konusu idi. Haziran ve temmuz aylarında Başbakan Amerika’ya giderek Başkan Bush ile görüştü. Hemen ardından temmuz başında da İngiltere’ye giderek, Başbakan Blair ile görüştü. Üçer, dörder görüşme gerçekleştirildi. Analiz edebildiğim kadarı ile AKP’den Kıbrıs alanında gösterdiği başarının, Kürt meselesinde de gösterilmesi istendi. Bu konuda bir açılım yapması halinde 3 Ekim’de tam üyelik ile ilgili sürecin gerçekleşeceğine dair karşılıklı bir pazarlık oldu. 

ABD’nin perspektifinden, Türkiye’nin Büyük Kıbrıs planından sonra, Kürt açılımı ve komşuları ile sıfır sorun sloganlı yaklaşımının ardında, BOP (Büyük Ortadoğu Planı)’daki dengeler ve enerji koridorunun güvenliği konusu, büyük ölçüde BOP içindi. Hem de Irak’ta üç bölüme ayırdıkları Kürt meselesinin çözümü için Türkiye’nin Irak’taki çekincelerini terk etmesi, Kuzey Irak’taki yeni Kürt oluşumunu kabulle, ağabeylik ve iş birliği etmesi ve bunun için de öncelikle kendi içindeki Kürt sorunun çözülmesini talep ettiler. Çünkü ABD ve İngiltere açısından Irak’taki mesele o noktaya gelmişti. Anımsanacağı gibi Başbakan ağustos ayında aniden bir Diyarbakır ziyareti gerçekleştirdi. Demokratik özerklik kavramını da ilk defa orada kullandı. ‘Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır ve bu konuyu demokratik özerklik ile çözeceğiz’, şeklinde bir açıklama yaptı. Bu açıklama ile birlikte TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) ile ilişkiler kapalı kapılar ardında çok daha farklı bir mecraya doğru taşındı. Çünkü TSK bu açıklamadan son derece rahatsız oldu. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, hemen bu olayın ardından bölgedeki gelişmelerin Filistin benzeri bir intifadaya doğru gittiğini ve Türkiye’nin bunu kontrol edemeyeceği bir noktaya getirdiği yönünde bir açıklaması oldu. Bu süreçten sonra Türkiye 3 Ekim tarihinde Türkiye AB ile tam üyelik müzakereleri konusunda Kıbrıs ile ilgili ek protokol imzaladı ve süreç başladı. 2007 yılına gelindiğinde Türkiye’nin gündemine cumhurbaşkanlığı meselesi geldi. 2006 yılına kadar AKP’nin ekonomide getirdiği yoğun performans biraz sekteye uğradı. AKP’den birinin olması konuşulur iken birden 27 Nisan açıklaması oldu. Ardından alınan erken seçim kararı ile 2007 seçimleri AKP’nin daha da güçlenerek süreçten çıkması ile neticelendi. 

28 Ş U B A T’T A A S K E R İ N R O L Ü!

Bu olaydan 10 yıl önce 28 Şubat 1997’de verilen ve kimilerince bir dönüm noktası olarak değerlendirilen post modern darbe ile birlikte Konya’daki kimi yeşil sermaye, sistemden tasfiye edilerek, farklı bir yeşil sermayenin tesis edilmesi ve ekonominin yeniden dizayn edilmesinde askeri, olayların tam göbeğindeydi.

Yeşil sermaye olarak nitelendirilen bazı grupların ekonomik faaliyetleri üzerinde birtakım baskılar oldu. Yeşil sermaye olarak adlandırılan kimi holdingler bu dönemde sıkıntı yaşadılar. Yeşil sermayenin sıkıntılı sürecindeki iklimi şöyle betimleyebiliriz.

Yeşil sermayenin finansmanı karmaşık bir konudur. Çok ortaklı bir yapıdaydılar. Hatta, YİMPAŞ gibi grupların ortaklarını bir salonda toplayamaması haber oluyordu. Başta Almanya olmak üzere yurtdışından ve Türkiye’den onbinlerce insandan para toplanarak bu ticari kuruluşlar tesis edilmişti. Kısmen bu akışın şeffaf hale gelmesi ve neticesindeki kaynakların da nasıl kullanıldığının görülmesi gibi bir iyi niyetle birlikte yeşil sermaye olmaları nedeni ile bu gruplar üzerinde baskı mevcuttu. Ekonomide de kırılgan bir dönem yaşanıyordu. Bu grupların kendi adlarına da sermayeleri olmadığı için çok çabuk sıkıntıya düşme riskleri vardı. Nitekim de öyle oldu zaten. 

BU TASFİYENİN ARDINDA BÜYÜK ERK!

Büyük tasfiyenin ardında büyük erk vardı. Çünkü 28 Şubat tarihinde alınan Milli Güvenlik Kurulu Kararlarında Erbakan’ın altına imza attığı kararlardan bir tanesi de buydu. Erbakan bu imzayı atmak istemediyse de imzalamak zorunda kalmıştı. Bu tür holdinglerin hesaplarının şeffaflığı, hesaplarının kontrolü söz konusu idi.

BÜYÜK PLAN, SAMİMİ YEŞİL SERMAYEYİ, “YEŞİL SERMAYE” İLE İKAME ETMEK!

Erbakan’ın bu imzayı isteyerek attığını söylemek çok zor. Evet, bu sermayenin yerini alan, tırnak içinde yine İslami bir sermayeydi. Yine oradan birtakım gruplar, o boşluğu doldurdu mu? Evet, doldurdu gibi görünüyor. 

Tüm bunlar büyük bir planın parçası mıydı?
Geriye dönüp bakınca, yanıt kısmen ‘Evet, böyle oldu!’
Buradaki bazı sermaye gruplarının tasfiye edilmesi ile “Diğer İslami” grup için yaşam alanları açıldı. 

FİNANSMANI DİZAYN EDEN ERKİN, TÜRKİYE PLANLARI!

28 Şubat Karaları, kamuoyunda ‘post modern darbe’ olarak bilinen olaydı. Bununla birlikte hepimizin bilmediği 28 Şubat Kararlarının alınmasının arkasında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi içindeki yeniden tasarımı ve yapılanması, yeni bir arayışın ve uygulamasının sonucu olarak da değerlendirilebilir. 

El değiştiren sermayenin yeni hâkim gücünün, TSK içindeki gücü ile de önce 28 Şubat Post Modern Darbesini ardından da, bu sermaye değişimini planlaması…! 

Teorik olarak aksi ispat edilemedikçe, her şey düşünülebilir. Tabii o dönemde 1997’de Türkiye-İsrail ve ABD arasında çok önemli bir yakınlaşmanın olduğunu da akılda tutmak gerek. 2000’li yıllardaki ekonomik güçlenme ile beraber AKP Hükümeti daha farklı bir dış politika izlemeye başladı. AB’den tam üyelik perspektifi alınmış olmasına karşın 2000 yılından sonra daha farklı bir dış politika izlenmeye başlandı. ABD ve AB’den meşruiyet sağlanması hedeflendi. AB süreci olmaya başladı. Ve çok ilginç bir döneme girildi. 2007’deki erken seçimden güçlenerek çıkan AKP kendi içinden Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçerek o süreci tamamladı. Fakat 2008 bambaşka ve ilginç bir dönem getirdi. Ekonomide yüzde 1’in altında büyüdüğümüz çok zayıf bir yıl oldu. AKP'nin söz konusu döneminin o en kötü ekonomik performansının olduğu yıldı. O’da iki nedenden oldu. Birincisi 2007 yılı AKP’nin ekonomi politikalarını unutup, tamamen siyaset düşündüğü bir yıldı. Bunun faturası 2008’deki ekonomik zayıflık ile ödendi. İkincisi AKP’ye bir kapatma davası açıldı. Anımsanacağı üzere 2008’in ilk yedi ayında, kapatma davasının sonucunu ülke olarak bekleyerek, ‘acaba ne olacak?’ dedik. Oluşan ciddi risk ile ekonomi orada da durdu. Yerli yabancı hiç kimse adım atmadı. AKP kapatılmadı, derken 2008 Eylül ayında da küresel kriz başladı. 

AKP’ye açılan kapatma davası, bir daha böyle bir dava açılmasın diye güçlü dönem ve şartlarda yapılmış bir hamleydi! 

Anayasa’da yapılmış olan değişiklikler süreci, ifade ettiğimiz sonuca götürdü. Çünkü şöyle mevcut anayasaya göre kapatılma nedeni olarak sadece, irticai faaliyetlerin odağı olma ve mevcut rejimi değiştirme gibi iki sebep gösterilebiliyor. Cumhuriyet başsavcısı bu nedenlerden ilkine ve kısmen de ikincisine yönelik iddialarda bulundu. Ve mevcut anayasadaki kanunlara baktığımızda, anayasa mahkemesinin 11 üyesinden 10’u AKP’nin irticai faaliyetlerin kaynağı ve mevcut rejime karşı olduğuna karar verdiler. Bununla birlikte sonuç kısmında kapatılmasına gerek olmadığı kararını aldılar. Böylece, AKP’yi kapatma davası, parti kapatmayı zorlaştıran madde doğal bir sonuç olarak girmiş oldu. Yine geriye dönüp bakıldığında cumhuriyet başsavcılığının büyük ölçüde kapatacağı görüşü hâkim oldu. --ben de kapatılacak, diye düşündüm- Öyle bir süreç ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın gördüğü en büyük küresel krize giriliyordu. AKP burada kapatılsaydı, nasıl bir siyasi ve ekonomik sürece sürüklenirdik, o da ayrı bir araştırmanın konusu olur. 

A K P O L M A Z S A, BKP!

AKP kapatılsaydı, hemen erken bir genel seçime gidilecekti. AKP, o dönemde kendini yedeklemiş, başka bir parti kurulmuştu. Muhtemelen ekim, kasımda yapılacak bir erken genel seçimde bu sefer BKP olarak geleceklerdi. Bir takım kişiler yasaklı olacak, diğerleri hükümet olup, aynı şekilde devam edeceklerdi. 

SONUÇ DEĞİŞMEYECEKTİ…

AKP kapatılsaydı, sonuç, çok fazla değişmeyecekti. 
2008’de küresel kriz dönemi içinde, düşük enflasyon, düşük faiz, kısmen TL’deki istikrar ve mali disiplin konularında hiç taviz vermeyerek o süreci yine iyi yönetti. 

ABD’NİN PARTİ KAPATILMA SÜRECİNDE ETKİSİ!

ABD kısmen tarafsız kalmaya çalıştı. Hatta AKP ABD Büyükelçisini o dönemde, "Kapatılma konusunda bize destek vermiyorsunuz" sözleriyle eleştirdi.

D E S T E K   İ N G İ L T E R E’ D E N… 

AKP’nin kapatılmaması konusunda açık desteği İngiltere verdi. Tam 42 yıl sonra İngiltere Kraliçesi kalktı Türkiye’ye geldi. Karardan bir ay evvel Bursa’ya bir ziyaret yapıldı, Yeşil Cami’ye gidildi. Orada Kraliçe başörtüsü örtünerek, bir açıklama yaptı. Ve Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönük ama bölgenin en önemli Müslüman ülkesi olduğunu belirterek, mevcut iktidara desteğini gösterdi. Çok açık bir mesajdı. İngiltere Kraliçesi hiçbir yere turistik ziyaret yapmaz, ikili görüşmeler için hiçbir yere gitmez. Buna karşın çok kritik siyasi mesajları, yapmış olduğu ziyaretlerde bazı görsellikler üzerinden verir. Bütün dünyada mesajı oradan alır.
 
İngiltere ve Amerika için halen en önemli tehlike radikal İslam konusu ve Ortadoğu meselesidir. Ve bu konudaki en iyi iş birliği alanı Türkiye ve AKP ile olan ittifaklarıdır. 


Yorum Yazın