“Sanatın Gözünden Ege” (7) - Cengiz Toraman

“Sanatın Gözünden Ege” (7) - Cengiz Toraman

Özgür ZEYBEK:  Coğrafya kaderdir derler. Bu anlamda siz Ege ile bağınızı nasıl değerlendirirsiniz?

Cengiz TORAMAN: Son zamanlarda sıklıkla duyduğum bir söz bu. Bende çok geniş çağrışımları var. İbn-i Haldun'dan alıntılandığı söylenir; bilemiyorum.

Sanırım güncel kullanımında biraz bıkkınlık içeriyor. Yaşamlarımızı çekilmez kılan süreçlere nasıl müdahale edeceğini bilemeyen, yaşamı algılama biçiminden, değiştirme iradesinden dolayı mağdur olmuş muhaliflerin bir tesellisi mi oldu bu söz acaba? Galiba şöyle bir düşünce dizgesi var: "O kadar mücadele ettik, bedeller ödedik bir şey değişmedi. Ne yapalım? Coğrafya kaderdir."

Fakat bu sıkıntılı bir yaklaşım.

Coğrafya bizi biz yapıyor, düşünsel, duygusal dünyamızı şekillendiriyor, yaşam alışkanlıklarımızı belirliyor.

Belirliyor ama coğrafyadan kasıt ne?

Dünyanın en çok tüketen ülkesi olarak "çay" sözcüğündeki ya da minyatürlerimizdeki Çinli vurgudan, tarihte kapılarını defalarca aşındırdığımız Viyana'ya ya da Yıldız Sarayı'ndaki Opera Sahnesi'ne kadar bir hat çeksek, hangisi bizim coğrafyamızı daha çok anlatır?

Burada coğrafyayı elbette topografik ya da kartografik bir bağlamda ele almadığımızı düşünmek istiyorum.

Gerçekten bu coğrafya bizim kaderimiz mi?  O coğrafyayı ve kaderi hak ediyor muyuz?

Kendimi de katarak söylüyorum, yüzyıllarca edebiyat, felsefe dili olarak kullandığımız Farsçayı kaç kişi biliyor ya da Adonis'i? Şakır şakır İngilizce konuşanlarımızın kaçı bir Shakespeare sonesini baştan sona okuyabilir? İşte, şuracıkta, Kültür Park Tramvay Durağında büstü var Şair Eşref'in, biliyor muyuz kimdir?

Fatih Sultan Mehmet "Kayser-i Rum" diyor kendine. Yani Roma'nın, Romalıların Sezar'ı... İstanbul'un fethini kutlayanların kaçı bundan haberdar? İstanbul'daki Bizans mirasının durumu içler acısı.

Her şeyi geçtim, kaçımız Anadolu'da konuşulan Kürtçe, Rumca ya da Ermenice gibi kadim dillerde birbirine "günaydın", "merhaba", "nasılsın" diyebilir, halini, hatırını sorabilir?

Oyuncaklarla dolu bir odada, oyuncaksız kaldığını söyleyip ağlayan çocuklara benzetiyorum halimizi.

Orta Asya’dan Anadolu Uygarlıklarına, Osmanlı-İslam uygarlığından Avrupa Uygarlığına, çok çeşitli kaynakların beslediği kültür geleneğinin bakiyesiyle ilgilenmeden ne burası bizim coğrafyamız olur ne de kaderimiz.

Genellikle bu kültürel kaynaklardan yalnızca birini başat kabul ederek yapılan değerlendirmeler de biraz eksik kalıyor. Daha bütüncül yaklaşımlara ihtiyaç var. İşte o zaman “burası bizim coğrafyamız, bizim kaderimiz" diyebiliriz.

Daha ilk sorudan çok mu uzattım? Daha Ege'ye bile gelemedim. Önümüzdeki sorularda gelebiliriz umarım.

Özgür ZEYBEK:  Ege’nin kekik kokusu, nahifliğii, içtenliği, hoş sohbet oluşu, biraz boş vermişliği sadece Ege insanına değil buraya sonradan yerleşenlere de bir zaman sonra sirayet eder.

Böylesi bir yerde yaşamak insana ve sonrasında bir sanatçıya ne katar?

Cengiz TORAMAN: Ben İzmir'e sonradan yerleşenlerdenim.  Bozkırın kalbinden, trenlerin başkenti Eskişehir'den başladım yaşam yolculuğuma. Otuz yaşıma Eskişehir'de girdim. Sonrası bitmek bilmeyen, gönüllü bir göçebeliktir benim için. Çünkü otuz beş yaşıma İstanbul'da, kırk yaşıma Erzurum'da, kırk beş yaşıma İzmir'de girdim. Her bir kentte beş yıldan az olmamak şartıyla yaşadım.  Çekirdek ailem de bunun kısa bir özeti gibidir; ben Eskişehirliyim, eşim İzmirli, kızım da İstanbullu.

Öte yandan İzmir, çocukluğumdan beri gelip gittiğim bir kentti.

Bozkırlı bir çocuğun denizle ilk tanışması anılmaya değer bir anıdır. O ana dek gördüğüm nehirler ya da baraj göletlerinin dışında, bu muazzam büyüklükteki maviyle karşılaşmak derin bir iz bıraktı gönlümde. Ege'ye yazgılandığım an, işte o andır.

Yaşadığım tüm kentler derin izler bıraktı bende. Ve İzmir de usul usul akıyor damarlarımda. Elbette İzmir değiştiriyor beni, yoğuruyor. Ama ben de demir leblebiyim icabında. Ben de onu değiştirmek, yoğurmak, dönüştürmek uğraşındayım. Karşılıklı katışıp karışıyoruz birbirimize. Birbirimize teslim olmadan ahenkli bir dans koreografisi bulmanın çabasındayız.

Kimi soruların yanıtları, o sorunun yanıtı olamayacak kadar kısadır. Dolayısıyla sorduğun soruyu bu türden bir kısa yanıtla değerlendirmekten kaçınacağım izninle.

Ama şunu söyleyebilirim, yıllar sonra birileri bize bakıp daha doğru değerlendirecektir; İzmir ne kadar benim, ben ne kadar İzmir'in olmuşum; İzmir ve ben, birbirimizin yolculuğunda geçici bir durak mı, yoksa ömürlük bir konak mı olmuşuz. Menzili bilinmez bir yolculukta, birbirini güler yüzle selamlayan, konuklayan ve yoldaşlık eden iki yolcu gibiyiz İzmir ve ben.

Özgür ZEYBEK:  Ege’nin nahifliği şehirlerinden çok köylerinde kasabalarında yaşanır.

Şehirlerde hayat hızlı akar ve durup dinlenecek birbirini dinleyecek vakti yoktur insanın. Gülten Akın’ın da dediği gibi “ ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya”

Fakat köylerinde kasabalarında yemekler pişer, mutfakları otlarla, peynirlerle süslüdür.

Şehirlerinde hoş sohbet insanlarını, biraz boş vermişliği görürsünüz ama o kekik kokusu içtenlik ve nahiflik tam da buralara aittir.

Ege’nin kasabaları her zaman ilgi çekmiştir. Yerleşme orada olma, orada yaşama isteği uyandırmıştır. Siz Ege’nin köylerini kasabalarını gezdiniz mi? Hiç unutamadığınız, “işte burası” dediğiniz dönmek istemediğiniz bir yeri oldu mu?

Cengiz TORAMAN: Doğayla iç içe bir yaşam sanırım kişinin kendi doğasıyla da barışmasını sağlıyor. Doğumu, yaşamı, yaşam içindeki türlü halleri ve ölümü normalleştirmesini kolaylaştırıyor.

Evet ölümü...

Eskiden mezarlıklar neredeyse mahalle yaşamının bir parçasıydı. Oysa şimdi olabildiğince gözden ırak yerlere taşıyoruz mezarlıklarımızı. Doğaya yabancılaştıkça, kendi doğamızdan uzaklaştıkça ölüm olgusunu görmeye tahammülümüz azalıyor. Ama işte bir biçimde ölüm yanı başımızda kol geziyor.

İnsanın en ayırt edici özelliklerinden biri öleceğini bilen tek canlı olması. Kendiliğimizin ayrımına vardığımız ilk andan itibaren öleceğimizi bir biçimde biliyoruz. Nasıl oluyor da çıldırmıyoruz bu bilgiyle, şaşıyorum.

Şimdi burada senin şiirine de bir göndermede bulunmak istiyorum. Senin şiirlerinde kullanılan imgeler şimdiki zamandan ödünç alınıyor ve aklımızın, gönlümüzün tellerini geniş zamanlarda titretiyor, şimdiki zamandan yola çıkıp, geniş zamanları kuşatıyor.

Galiba Ege'nin kasabalarında, köylerinde de yaşanılan zamanın, şimdinin kadim bilgeliği var.

Yiten zamanların özlemi, muhasebesi ya da gelecek zamanların kurgulanması, planlanması, yaşanılan zamanın, şimdinin farkındalığı önünde büyük bir engel oluşturuyor.

Antik Yunan'da Apollon tapınaklarının girişinde şu yazıyor: "Kendini bil, aşırılıklardan sakın." Bu insanın bir yönü; ölçülü, sınırlarını bilen, kural tanıyan...

Apollon heykel sanatının tanrısıydı. Neden? Çünkü heykel sonsuz bir uzamda sınırları çok belirgin bir form yaratmaktır. Öznel olanı, ismi öne çıkarmaktır, sonsuz varoluşun içinde ben bilincinin öne çıkarılmasıdır.

Öte yandan Dionysos tiyatronun, şarabın tanrısıydı; sınırları belirsiz olanın, esrimenin, varoluşun sonsuz ırmaklarında adını kaybetmenin, sarhoşluğun tanrısı. Bu da insanın diğer bir yönü; ölçüsüz, sınırları aşan, kural tanımayan...

Nietzsche diyor ki: "Yaratıcı, özgür insan ormanda Apollon ve Dionysos’u el ele dolaşırken görür."

Belki Ege insana bu çok boyutlu yaşam olanağını veriyor. Itırlı şarapların, anason kokulu coşkulu masaların süslediği akşamlar ve mavi bir denizin büyülediği, kardeş eylediği farklı kimliklerden insanlar, toprağın bereketinin, iklimin ve toplumun ılımlı atmosferinde bugünün keyfini sürmenin önemini biliyorlar, dünün ve yarının puslu belirsizliğinin ayrımında, yaşadıkları şimdiyi ıskalamıyorlar.

Bense gölgelenmiş avluların müptelasıyım. Ağaç serinliğine serilmiş sedirlerin, usuldan akan suların, kuş seslerinin çevrelediği o masal bahçesinin özlemindeyim.

Ama meydanları, kalabalıkları, büyük kentlerin o korkutucu enerjisini de kendim için vazgeçilmez görüyorum.

İnsanın gönlünde yaşattığı bir yurdu vardır elbet. Fakat zaman zaman kaçabildiği bir yurt olmalı bu değil mi? Kimi zaman o masal bahçesine kimi zaman da meydanlarda biriken on binlere...

Özgür ZEYBEK:  Ege'nin bu taşra kasabalarında olmak, taşralı olmak bir sanatçıyı nasıl etkiler.

Ege sizce taşra mıdır? Taşralı olmak nedir bir sanatçı için ya da sanatçının taşrası neresidir?

Cengiz TORAMAN: Bu biraz çetrefilli bir soru.

Taşra kavramını dışarlıklı, merkezin dışında kalan olarak anlıyorsak, hepimiz kendi taşramızı içimizde taşıyoruz zaten. Yaşadığımız yer neresi olursa olsun öteki olmanın, merkezden uzaklaştırılmanın, taşraya düşmenin bir adım uzağında duruyoruz bu açıdan bakılınca.

Bir de mutasavvıf şairlerin kullandığı taşra var.

Muhyiddin Abdal ne diyor: "Kendüzünde buldu bulan, bulmadı taşrada kalan." Kendinde, kendi özünde bulunan, taşrada kalanın bulamadığı şey ne acaba?

Bu şairler tüm varoluşun merkezine hakikat arayışını yerleştiriyorlar. İnsanın kalbi de bu merkezin sarayı. Sevgi süzgecinden geçmemiş hakikatin ne kıymeti var? Bir arayışın dile gelmesi bu, belki de yolculukların en zorlusunun; kendine yapılan bir yolculuğun ifadesi. 

Oysa hakikati kendi içinde değil de dışarıda arayan zaten kendi gönül sarayının uzağına, taşrasına düşmüş değil midir?

Anlatılan Senin Hikâyendir oyunumda Stafili İbrahim diye bir karakter diyor ki: "Sen, sen ol, insandan önce insanlığı sev. Çünkü kötülük baki değildir bu cihanda ama iyilik var olacak âlem var oldukça."

Sokaklarda dilendirilen çocukları görmezden gelen şehirli mi yoksa bahçesine yanlışlıkla gelen sevimli bir tilkiye Tanrı misafiri gözüyle bakıp yiyeceğini paylaşan köylü mü taşrada yaşıyor.

Sanatçı olalım ya da olmayalım, en kötüsü herhalde kendi gönlümüzün taşrasına düşmek olmalı.

Valla çok karışık işler bunlar benim için.

Özgür ZEYBEK:  Coğrafyaları denizle birlikte andığımızda akla ilk gelen kanıksanmış ya da bir bütün olmuş anlamlar çağrışır. Örneğin Marmara ve Deniz, izlemektir, keyiftir. Karadeniz hırçındır. Akdeniz tatildir, yüzmek, güneşlenmektir. Oysa Ege açılmaktır denize… Yelkendir, pupadır.

Sizce de böyle mi? Hiç Ege’ den açıldınız mı denize…

Cengiz TORAMAN: "Ege'den denize açılmak" sözünü bir metafor olarak almak istiyorum.

Yazdığım çoğu oyunda Ege başroldedir. Anlatılan Senin Hikâyendir, Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikâyesi, Yangın Çiçekleri... Bu oyunlarımda Ege'nin iki yakasında amansız bir fırtınaya tutulmuş, yerlerinden, yurtlarından edilmiş insancıkların hüzünlü, umutlu serüvenlerine yoldaşlık ettim. Onlarla birlikte ağladım, güldüm, sevdalandım, umutlandım.

Bu oyunlar seyircisini de kendi serüvenine katarak hepimizi Ege'nin büyülü tılsımıyla efsunladı.

Bahar çiçekleri gibi tiril tiril buzukiler, toprağı dizleriyle titreten zeybekler, buğulu karafakilerde soğutulmuş rakılar, yangınlı ve büyük yürekleriyle insanlar ve hikâyeleri hep Ege'den çıktığım uzak deniz yolculuklarımın yoldaşlarıydı.

Elbette sahici bir tekneyle yelken bastığım da oldu bu insanı bir tuhaf eden Ege'de. Her zaman pruvam neta, dümenim viya olmadı belki ama yanımda hep rotası sağlam canlar oldu.

Daha kapsayıcı bir kavram olarak Akdeniz, benim düşünce dünyamın oluşumunda çok etkili oldu.

Kadim dünyanın merkezi Akdeniz'di. Eski dünyanın "medi-terra" demesi boşa değil bu büyük suya; "karaların ortasındaki deniz".

Bunu tam olarak anlatabilmek güç. Bu öyle bir deniz ki, Adriyatik'in ötesindeki Tiren Denizi'nden Afrika'nın içlerine, Rusya bozkırlarından, Hint Yarımadası'na kadar çok geniş bir etki alanı var. Bu Akdeniz Cebelitarık Boğazı'ndan çıkıp gemilerle tıngır mıngır ta Latin Amerika'ya kadar taşımış suyunu.

Kendimi hep bu büyük mavinin bir parçası gibi hissettim.

Gizemli portalanolarının, haritalarının başında geceledim, usturlaplarıyla güneşi, yıldızları gözledim, karavelaları, kadırgalarıyla yolculuk yaptım, dümenci yönünü şaşırmasın diye baş bodoslamada oturup Arap denizcileriyle birlikte şarkılar söyledim. İskenderiye Kütüphanesi'nde Hypatia'nın el yazmalarını temize çektim. Levant Ülkesinin yüzyıllardır özlediği barışın hasretini ben de çektim.

Bu büyük Akdeniz'in güzel, nazlı kızı Ege'nin çalımlı cilvesine ben de gönül düşürdüm.

Bu nasıl böyle oldu, ben niye bu hale geldim, bana ne oldu böyle?

Ben aklı kendine yetmeyen bir oyuncuyum, şair olan sensin; sen söyle.

Özgür ZEYBEK:  Edith Hamilton Mitologya adlı kitabında şöyle der “Aigeus günlerdir geminin yolunu gözetliyordu. Uzakta beliren kara yelkenleri görünce oğlunun öldüğünü sanıp kendini denize attı. O sulara da Aigae (Ege) Denizi adı verildi. Theseus böylece Atina kralı oldu. Akıllı bir insandı; öyle krallıkta falan hevesi yoktu. Halkı toplayarak kendisinin kral olmak istemediğini söyledi. "Ben yalnız Başkomutan olarak kalmak istiyorum." dedi. "Siz kendi kendinizi yönetirsiniz. Kimi başa geçirmek istiyorsanız kendi oylarınızla seçersiniz."

Ege’nin demokrasinin beşiği olduğu söylencesi eskidir. Peki gerçekten öyle midir?

Diğer bölgelerle kıyaslandığında, görece olarak insanların daha rahat nefes alabildiği, farklılıklarını daha rahat yaşayabildikleri, çok renkliliğin ve sesliliğin olduğu bu coğrafyanın öncesini, bugününü ve sonrasını nasıl değerlendirirsiniz? 

Cengiz TORAMAN: Theseus'un akıllı bir insan olduğuna şüphe yok. Çünkü o dönemde küçük kent devletlerinin birbirleriyle inişli, çıkışlı rekabetinin parçası olmaktansa, daha dengeli bir kurum olarak orduya kumanda etmek mantıklı bir tercih olabilir.

Bilinen bir Afrika atasözü var: "Aslanla ceylan yan yana koşuyorsa orman yanıyor demektir." Günümüzden yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce Pers tehdidi karşısında bir araya gelen ve Attika-Delos Birliği'ni kuran Yunan kentleri birbirinden oldukça farklıydı.

Örneğin bu zorunlu birliğin lideri Atina'da yaklaşık yirmi beş bini yurttaş olmak üzere kölelerle birlikte iki yüz elli bin kişi yaşıyordu. Atinalılar kendileri dışındaki herkese barbar gözüyle bakıp aşağılıyorlardı.

Öte yandan Theseus'un önümüze koyduğu iki çarpıcı gerçek var.

Birincisi şu, ordunun sivil siyasete bulaşmaması gerekir. Bu bizim acı gerçekleriyle defalarca deneyimlediğimiz ve bildiğimiz korkunç sonuçlara taşıyor bizi.

İkincisi ise, demokrasi dediğimiz en nihayetinde güçler dengesi üzerine kurulur.

Birbiriyle yenişemeyen tarafların denge durumundan "demos" yani halk lehine kazanımlar ortaya çıkar.

Demokrasi de belli kurallar çerçevesinde bu denge durumunu sürekli kılmak için kimi tedbirler alır. Eğer taraflardan biri galebe çalarsa, rakiplerini ezmesini, yok etmesini engellemek adına güçler ayrılığının olanaklarını kullanır.

Demek ki toplumlar ne kadar çeşitlenir, özgürleşir ve evrensel insani değerleri içselleştirirlerse yaşanılası, nefes alınabilen bir yaşam olanağı yaratmış olurlar.

Ayrıca dünyanın tüm liman kentlerinin, ticari bir zorunluluktan kaynaklansa gerek, farklılıklara kucak açtıklarını görüyoruz. Bu durum onlara her anlamda müthiş bir zenginlik olarak dönüyor. New Orleans bu nedenle caz müziğinin doğum yeridir.

Şimdi şapkamızı önümüze koyup Ege ve İzmir'i romantize etmeden bir düşünelim.

Kaç Rum, kaç Ermeni, kaç Musevi, kaç Levanten yaşıyor artık bu topraklarda? Ne oldu da bu kadar az kaldılar?

Şu ya da bu nedenle buraya göçen yeni göçmenlere bakışımız nasıl? Kürt ya da Suriyeli denilince ne hissediyoruz?

Farklı cinsel kimliklere nasıl yaklaşıyoruz?

Kendi içimizin sapa dehlizlerine bir göz gezdirelim; belki şimdiye dek yüzleşmekten kaçındığımız kimi karanlık korkularla karşılaşabiliriz.

Ben bugünün penceresinden baktığımda pulları dökülmüş, ışıltısını yitirmiş bir gece elbisesinin hâlâ güzelim iddiasının hüzünlü hâlini görüyorum.

"Tekâmül geri gitmez" der eskiler. Gitmez mi göreceğiz.

Tarihinde Ege'yi, İzmir'i "bir kardeş sofrası gibi" açanların mirasına sahip çıkan onurlu, kendine güvenen, ellerinde toprak kokusu, saçları rüzgârlı, bilge bakışlı, güler yüzlü Egeliler kurabilir o muhteşem yeryüzü sofrasını yeniden.

Özgür ZEYBEK:   “Önü sıra sürüklediği kurşuni bulutlarla ufuktaki dağları silerek Ege Denizi'ne ağlamaklı bir şubat akşamı iniyordu”. diyor Kemal Tahir.

Özdemir İnce ise, “Ege, ey ölümsüz çıplaklığın efsunlu denizi, / kendimi bir ağustos aynasında aradığım deniz! / Ne mutlu seni ölmeden gezen insana !” dizeleri ile anıyor Ege’yi.

Ege biraz hüzündür, biraz mutluluk. Biraz nostaljidir biraz yenilik. Ege biraz şarabidir biraz harabi. Ben her mevsim ayrı anlamlar taşıdığına inananlardanım.

Siz hangi Ege'de yaşayıp üretiyorsunuz?

Güneşi ve ılıman iklimli ile elleri suya değen Ege'de mi; ayazın dondurup ve fırtınanın dağıttığı, dağlarından kekik kokularının yayıldığı alnı yeşile değen Ege'de mi?

Sizin Ege'niz nasıl ve neresi?

Cengiz TORAMAN: Zaman zaman kekikli dağlarına yolculuklarım da olmuyor değil ama yine de galiba ılıman ve güneşli bir Ege benim Egem; mandalina bahçelerinden limon çiçeği kokusuna, enginar mevsiminden bıçkın bakışlı çipurasına kadar bahara, yaza, Kordon’un dalgalı kaldırımlarına ve sere serpe insanlarına daha düşkün.

Yasemini, hanımelini koklamak için yolumu bile değiştiririm.

Yaşar Kemal’in Nişancı Veli’si gibi kabak çiçeği dolmasına yatıya bile giderim.

Yağmurlarında ıslanırım.

Sonbaharda göçen kuşlar gibi tiyatro sahnelerinde kışlarım. Şarap rengi sözcüklerim yankılanır boş kubbede; hem şarabî hem harabî sözcüklerim.

Oyuncuların renkli, neşeli dünyasının coşkusunda kendimi unuturum.

Kalabalık kahvehanelerinde otururum, sakin koylarında da.

Hüzünlü evlerine bakarım yurdundan, toprağından edilenlerin.

Bir Dalaras şarkısında ağlarım.

Tüm yaşamları tanımak arzusuyla tutuşur, hikâyelerin büyülü dünyasında yolculuklara çıkarım.

İnsanların yüzlerine bakarım, gözlerinin çevresindeki derin izlere.

Evim bir anaokulunun yanında; çocuk sesleri, şarkıları kuşatır günlerimi.

Kumruları, serçeleri beslerim.

Gün doğarken ekmek parası için yola düşenleri selamlarım.

Ne bileyim? Biraz böyle bir Ege benimki…

Özgür ZEYBEK:  Sanat ve estetik bir tanımlamayla sınırlandırılabilecek türden bir etkinlik ya da düşünce biçimi değil, aksine sürekli bir tanıma ve tanımlama arayışıdır. Üstelik her tanımlama öznel bir anlam yüklüdür. Bir yanıyla da tarihsel ve toplumsal koşullarla ilintilidir.

Bu bağlamda siz Ege’yi, özetle, nasıl tanımlarsınız? Ege’yi en iyi ne tanımlar?

Cengiz TORAMAN: Büyük usta Çehov’dan ödünç alarak söyleyeyim: “Bazen tek bir cümleyi söyleyebilmek için koca bir oyun yazarız.”

Ben galiba hep aynı cümleyi kuruyorum oyunlarımda. Evet seyirci farklı hikâyelerin dünyasında yolculuk yapıyor, bu da doğru. Fakat oyundan çıkıp kendiyle baş başa kaldığında oyunun bıraktığı bir iz, bir tortu usul usul yol alıyor aklıyla gönlü arasında. Bir ezginin notaları belli belirsiz çalınıyor kulağına. Hüzünlü bir tebessüm kalıyor dudaklarında seyircinin.

Belki de cümlelerim Ege’nin sessiz bir koyağında iki bin yaşındaki bilge bir zeytin ağacının küçük yongalarıdır.

Ne güzel söylemişsin: “Sanat hem öznel hem de nesnel açıdan sürekli bir tanıma arayışıdır.”

Hayalini kurduğumuz dünyayı yaratabilsek belki o zaman yazmayı, yönetmeyi, oynamayı bırakabilirim.

Ama o güne dek hayalini kurduğumuz dünyayı anlatmayı sürdüreceğiz.

Umutla… O da olmazsa, inatla…

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf  Hikâyesi oyunumdan bir bölümle vedalaşalım.

“İyi ki varsın be dostum, arkadaşım, yoldaşım.

Şu ömür nasıl şenlenir sen olmasan?

Yürü gidelim nereye olursa! Paşa gönlün ne çekiyorsa söyle.

Öyle bir dünya olacak ki o gün dünya, çocuklar el ele şarkılar söyleyecek.

Kadınlar geceleri sokakta korkmadan yürüyecek.

Bütün insanlar eşit. Bütün insanlar hür.

Öyle bir dünya olacak ki o gün dünya, ellerimiz ceplerimizde, ıslıklarımızla geçeceğiz ışıklı caddelerden ve meydanları dolduracağız.

Hep bir ağızdan aşk şiirleri okuyacağız.

Şu yalan dünyada yalansız bir mutluluk vardır elbet.

Fırından yeni çıkmış sıcacık bir somun kokusunda, yeni çiçeklenmiş bir ağacın dalında, karafakideki düz rakının buğusunda, candan bir merhabada, bir nazenin güzelin çapkın bakışında, bir işçinin ördüğü duvarı okşayışında, ucu yakılmış bir sevda mektubunda, yaldızlı denizlerin yıldızlı aydınlığında yalansız, ışıklı bir dünya kurulur elbet. Kurulmalı ve hem de kurulacak!”

Cengiz Toraman Kimdir?

Müzisyen, şarkıcı, besteci; tiyatro yönetmeni, tiyatro, sinema ve dizi film oyuncusu, yazar.

27 Şubat 1972, Eskişehir doğumlu. Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölümü mezunu.

İlk ve orta öğrenimini Eskişehir'de tamamladı. 1989 Eskişehir Halkevi'nde amatör tiyatro çalışmalarına başladı. Bu süreçte çeşitli oyunlarda amatörce sürdürdüğü oyunculuk çalışmalarının yanı sıra; Ferhan Şensoy'un Şahları da Vururlar, Erman Canatan'ın Batakhane Güzeli, Oktay Arayıcı'nın Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi oyunlarının özgün müziklerini besteledi.

1992 yılında Maden Mühendisliği'ni son sınıftan bırakarak, Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölümü Tiyatro Oyunculuğu Ana Sanat Dalına girdi.

Konservatuvar öğrenciliği sürecinde, Ergin Orbey'in yönettiği Antigone, Dinçer Sümer'in yönettiği Martı, Ned Bobkof'un yönettiği Ziyaret ve Murat Karasu'nun yönettiği Oyun Nasıl Oynanmalı adlı oyunlarda oynadı.Yine bu süre içinde amatör tiyatro çalışmalarına çalıştırıcı olarak devam etti.

Çeşitli amatör üniversite topluluklarına temel tiyatro dersleri verdi. Nâzım Hikmetten derlediği bir kolajı, bu dersler bağlamında sahneye koydu. Yazdığı Kutup Yıldızı adlı çocuk oyunu, 2001 yılında Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda iki sezon oynadı. 2002-2003 öğretim yılında Tennesse Williamsın Arzu Tramvayı adlı oyununu sahneye koydu.2002-2005 yılları arasında konservatuvarda oyunculuk ve sahne çalışması derslerini verdi. 2005 yılında konservatuvardaki görevinden ayrılarak televizyonda oyunculuk yapmaya başladı.

2007 yılında "Olmak Ya Da Olmamak (Adaylar ve Eğitmenler İçin Oyunculuk Sınavlarına Hazırlık Kılavuzu)" adlı kitabı yayımlandı. Amatör olarak gitar, ud, buzuki çalmakta, şarkı söylemekte ve beste yapmaktadır.

2004-2008 arası 5 sezon üşütüşte Büyük Buluşma dizisinde oynadı, Nihat ve Cemal karakterlerini canlandırdı. Yeni film ve dizi projelerinde de yer aldı.

Kitapları:

Olmak Ya da Olmamak  - Adaylar ve Eğitmenler İçin Oyunculuk Sınavlarına Hazırlık Kılavuzu (2007)

Anlatılan Senin Hikayendir (2019)

Görev Aldığı Bazı Tiyatro Oyunları:

Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikayesi / Yazar - 2019          

Aziz Nesin Kabare / Oyuncu / Yönetmen / Uyarlayan - 2019          

Sersem Kocanın Kurnaz Karısı / Oyuncu - 2017      

Ayrılık / Oyuncu - 2016          

Anlatılan Senin Hikayendir / Oyuncu / Yazar - 2013

Maskeliler / Yönetmen

 

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar