Yürüyor. Her gün yaptığı gibi, o pırıltılı Temmuz sabahında da Sarıyer sahilinde yürüyor. Denize bakarak yürüyor. Tamir için kıyıya baştankara etmiş iki istimbot. Mavi biyeli fanilalar giymiş, bıçkın tavırlı bahriyeliler. Kendi aralarında konuşuyorlar. ‘Maçunaya geç’ diyor biri ötekine. Eve gidince bu sözcüğün anlamına bakmayı düşünüyor.
Yürüyor. Unutulmuş piyanolardan mahur bestelerin yükseldiği eski köşkler. Manolya, mimoza ve ıhlamurlar. Bunlar İstanbul ağaçları. Anadolu’da sözgelimi doğduğu Nallıhan’daki konakların bahçelerinde ceviz, dut ve incir ağaçları bulunur oysa. Eve gidince ‘İstanbul florası’ üzerine kısa bir okuma daha yapmayı düşünüyor.
Yürüyor ve görmüyor. Daha doğrusu böyle bir şeyin olabileceğini aklına bile getirmiyor. Olabileceğine asla ihtimal vermeyeceği, aklına bile getirmediği böyle bir şey için, ‘görme donanımını’ kullanmıyor zaten ve görmüyor.
Nedir, oluyor. Bir otomobil hızla kaldırıma çıkıyor. Betondan yapılmış çirkin çiçekliklerin arasından aynı hızla geçiyor ve gelip ona vuruyor. Onu denize fırlatıyor. Kaburgalarını ve ayağını kırıyor. O zamana kadar yıllarca görkemli bir şekilde çalışan beynini geçici olarak örseliyor. Alabildiğine güzel yüzünü gölgelendiriyor. Güzeller güzeli kadın, onca roman, onca oyun, onca deneme, onca fikir, onca görmüşlük, onca yaşanmışlık ve onca anıyla denize uçuyor. Şaşıramıyor bile. Sessizlik…
Düşünüyor. Nerede olduğu belli değil. Belki Türkiye’de belki Almanya’da. Serum şişelerinin sallandığı, yeşil ve mavi ışıklı makinelerin sıralandığı bir hastane odası. Kloroform ve lizol kokuları. Nedir, o sadece yanık bir pekmez kokusu alıyor ve Nallıhan’ı anımsıyor.
Nallıhan. Bahçesinde ceviz ağaçları bulunan ‘Ermeni tarzı’ bir ev. ‘İstiklal harbi’nin anıları taptaze, havada uçuşuyor. Nereye bakılsa, o kanlı boğazlaşma sanki henüz yaşıyor gibi. Şayak kalpaklı, Wilhelm bıyıklı zabitler, ölgün lamba ışıkları altında harita inceliyor. “Miralay Şefik’in mitralyöz birliği, Ayaş’a mı yoksa Nallıhan şimaline mi tevcih edilmeli?”…
Ay ışığında pekmez kazanları. Büyük ateşler üzerinde üzüm suyu köpük köpük kaynıyor. Ona da bir köpük veriliyor. Ağzında bir yanık şeker kokusu. Çok uzun yıllar sonra buna ‘özgürleşmenin kokusu” diyecek.
Derken yattığı yerden yaşamının kesik kesik karelerini izlediği vizör, bir başka açıya geçiyor. Yine Ankara Kız Lisesi. Genç cumhuriyetin genç başkenti Ankara’da vekillerin, umum müdürlerin, müddei umumilerin, müstantiklerin, taharri şeflerinin ve diğer yüksek bürokratların ‘şehirli’ kızlarının doldurduğu sınıflarda, ‘taşralı’ bir kız olarak oturuyor. Ötekilerin baskıları var. Bu kasabalı kıza yaptıkları baskılar var. Neydi o baskılar? Neler yaparlardı mesela? “Benim” diyor, “benim saçlarım onlarınki gibi kesik değildi, ince ve uzun örgülerim vardı, işte o örgülerimden çekerlerdi”…
Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Fikrimin İnce Gülü, Yaz Sonu, Üç Beş Kişi, Göç Temizliği, Hayır ve Ruh Üşümesi gibi romanları, Yüksek Gerilim, Sessizliğin İlk Sesi, Hadi Gidelim, Romantik Bir Viyana Yazı, Hayatı Savunma Biçimleri gibi hikayeleri ile Evcilik Oyunu, Çatıdaki Çatlak, Sınırlarda gibi oyunlarıyla ünlü Adalet Ağaoğlu, 22 Temmuz 1996 sabahı uğradığı bir ‘trafik saldırısı’ndan sonra, sayısız ameliyat geçirip, aylarca hastanede yatarken, benim bu canlandırmaya çalıştığım şeyleri düşünmüştür herhalde.
Adalet Ağaoğlu, 23 Ekim 1929’da Ankara’nın ilçesi Nallıhan’da doğdu. İlkokulu burada bitirdi. 1938’de ailece Ankara’ya geçtiler. Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. 1950’de mezun oldu. Sınav kazanarak girdiği Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nda 1971 yılına kadar çalıştı. Askeri darbeden sonra TRT’nin yapısı değiştirilince, buna ilk karşı çıkanlardan biri oldu ve istifa etti. O tarihten sonra da yazarlıktan başka bir işle uğraşmadı.
Önce şiir yazdı. Sonra oyun yazmaya koyuldu. ‘Bir Piyes Yazalım’ oyunu 1953’te Devlet Tiyatroları Küçük Tiyatro’da sahnelendi. Başarının kıskanılmasını, haseti ve çekememezliğin ilk örneklerini de o zaman yaşadı. Bazı ‘erkek’ gazeteciler oyunu değil, ‘bu ilk kadın oyun yazarının’ kişiliğini eleştirmeye kalkıştılar. Daha yirmi dört yaşında gencecik bir yazardı. Kadın ya da erkek değil, sadece bir ‘yazardı’. Umursamadı. Adalet Ağaoğlu’nun saçları kesik değildi ve o örgülü saçlarından çekmek isteyenleri zerrece umursamaması gerektiğini çoktan öğrenmişti.
İşin içine Meydan Sahnesi’nin, Evcilik Oyunu, Çatıdaki Çatlak, Sınırlarda gibi olağanüstü oyunların, parasızlığın, bir taksiye binip elinde megafonla halkı tiyatroya davet etmenin de girdiği ‘tiyatro günleri’ başladı. Dramaturgluk yaptı sonra da sabahlara kadar oturup oyun çevirdi.
Roman yazmaya koyuldu. Hayır, Adalet Ağaoğlu öyle alışılmış deyimiyle bir ‘arayış’ içinde değildi. Oyun yazarlığının kendisine yetmediğine karar vermişti ve gereğini yapıyordu. Ölmeye Yatmak 1973’te yayımlandı.
Yaralandı. Üzüldü. Nedir, belli etmedi. O ciddi ve mağrur görünüşünün altında sakladığı, yüreğinin gizli köşelerinde gezdirdiği ‘muzip kız çocuğu’ duruşuyla göğüs gerdi bunlara. Kendi anlatımıyla, Çetin Altan, Altan Öymen, Cüneyt Arcayürek, Metin Eloğlu gibi ‘zamane çapkınları’nın arkadaşıydı o. Fidan kadar bir gençken, tek başına ve neredeyse parasız ‘Bohem Dünya Başkenti Paris’e tek başına gidecek, orada bir çatı katında çatır çatır oyun yazacak kadar yürekli ve yaşamı seven biriydi o.
O akla hayale sığmayacak trafik kazasına uğradı. Bazıları dokuz saat kadar süren tam on sekiz ameliyat geçirdi. Can Yücel, “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın” dedi. Çoğu insanın ‘en çok saygı duyduğu adalet’ oldu.
Saçları kesik değil örgülüydü ve bu örgüleri çekiştirmek isteyenler oldu. Güzeller güzeli Adalet Ağaoğlu, hepsine yazarak ve yaşayarak karşı koydu. Bir Düğün Gecesi gibi görkemli romanlar yazarak ve kendi ‘uydurduğu’ enginar yemekleri yaparak, yani yazarak ve yaşayarak karşı koydu.
“Fikrimizin İnce Gülü” idi O…
Yorum Yazın