Prof. Dr. Ahmet Özer: "Miting: Hegemonyanın sonu mu?"

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Prof. Dr. Ahmet Özer: "Miting: Hegemonyanın sonu mu?"
Abone ol
4 Aralık’ta Mersin’de görkemli bir miting yapıldı. Sorunlarına çözüm arayan on binler miting alanına koştu...

4 Aralık’ta Mersin’de görkemli bir miting yapıldı. Sorunlarına çözüm arayan on binler miting alanına koştu. İktidar bu gerçeği görüp kendine çeki düzen vermek yerine deve kuşu politikası ile mitinge katılanların sayısını küçük gösterip etkisizleştirmeye çalıştı. Ne ki, o bunu yaptıkça etki daha da artıyor. Çünkü gündüz gerçeklere gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar. Gerçekler orda durmaya, konuşmaya, var olmaya devam eder.  AKP epeydir her bakımdan gerçeklerden kopmuş görünüyor.

AKP’nin Gelişi

Hatırlayalım. 2000 yılının başında kurulurken, Erdoğan tarafından üç önemli noktada “değiştik” diyerek iktidara gelmişti AKP. Çünkü tabi oldukları Refah Partisi ve onun lideri Erbakan’ın söylemleri dünya gerçekleri ile uyuşmuyordu, bu yüzden de iktidara gelemiyorlardı. Aynı yolda yürüdükleri taktirde iktidar olmayacaklarını görmüşlerdi. Bunun için ya eskiden birlikte oldukları kadro ve fikriyatla bir kopuş yaşayarak iktidara yürüyeceklerdi ya da yerlerinde sayacaklardı. Pragmatik olan Erdoğan ve zamanın troykası (Arınç, Gül ve Şener) siyasetin gereğini yerine getirip birinci yolu seçtiler. Değiştik diyerek, geldikleri köklerden büyük bir kopuş yaşadılar, en azından öyle göründüler. Bunu söyleyerek hem dışarda batıya güvence verdiler hem de bunu kullanarak içerdeki meşruiyetlerini güçlendirdiler ve topluma umut verdiler. Çünkü Erbakan ve partisinin söylemleri reel politik açısından geçerli olmadığı gibi onların da meşruiyetlerini zayıflatıyordu. Hatırlayalım, Erbakan ne diyordu?

Ne diyorlardı:

1-Biz milli görüşçüyüz, demokrasi bizim için amaç değil araçtır, asıl amaca varmak için bir ara duraktır.

2- AB Hristiyan kulübüdür, girmek bir yana biz AB’yi reddediyoruz.

3-Faiz rıba’dır/haramdır, biz faize karşıyız, İslam Dinarına geçeceğiz.

Bu tezlerle Türkiye toplumundan vize alamayacaklarını, dolayısıyla iktidar olamayacaklarını gören Erdoğan ve arkadaşları bunların tam zıddı bir söyleme sarıldılar ve  toplumum karşısına öyle çıktılar..

Ne dediler:

  1. Biz milli görüş gömleğini çıkardık, demokrasi bizim için ara durak değil amaçtır.
  2. AB Hristiyan kulübü değildir, değerler manzumesidir ve biz Türkiye’yi AB’ye sokacağız.
  3. İslam Dinarı safsatadır, biz serbest piyasa ekonomisini devam ettireceğiz ve Türkiye’yi küresel ekonomiye eklemleyeceğiz.

Bunlarla devleti ve mevcut statükoyu değiştireceklerini iddia ediyorlardı. Bir süre böyle devam etiller. Toplum ikna oldu. Muhafazakarların dışında Kürtler, liberaller hatta bazı solculardan bile destek gördüler. Fakat 19 yılın sonunda geldikleri yer bambaşka bir yer oldu. Devleti değiştirip demokratikleştireceklerine kendileri değişip devletleşti, hegemon bir devlet partisine dönüştü, sonra da parti tüm devlet kurumlarını ele geçirerek kendine göre dizayn etmeye başladı.

Sadece bununla da kalmadılar, güç zehirlemesine uğrayıp, kendilerince artık geri dönülmez noktaya geldiklerinde, 1) millî görüşe rücu ettiler, 2) AB’den uzaklaştılar, 3) serbest piyasadan her şeyi belirleten tek adam ekonomisine, “monokrasiye” geçtiler. Yani değiştiklerini iddia edip toplumu ve batıyı ikna ederek iktidara gelen kadro, seçim üstüne seçim kazanıp güçlenince asıllarına rücu etti. Durum şimdi bu.

Hala neden birinci partiler?

Peki buna rağmen hala neden toplumun üçte birine yakını onların peşinde gidiyor?  Bunun çeşitli sebepleri var:

1-Çünkü insanlar alışkanlıklarını öyle pat diye bir günde kesip bir kenara atmazlar.  Bunun bir zamanı ve bir zemini var. Zaman şimdiki zamandır ama zemin hala tam oluşmuş değil. Bu zemini onların yerini almak isteyen muhalefetin hazırlaması lazım. Bu alışkanlıkların pençesinde olan yığınlar hala gelen gideni aratabilir diye endişe ediyor olabilir.

2-Son zamanlarda Kılıçdaroğlu’nun giderek el yükselten çıkışları, iktidarın kafasını ve kimyasını değiştiren söylem ve tutumları, yaptığı çalışmalar önemli, ama yeterli değil.  Mesela Mersin mitingi iyi bir başlangıç oldu. Miting bir başlangıç olarak tabi ki önemli ama başka etkinliklerle desteklenmeli. CHP ile ilgili iktidarın yaptığı kara propagandaları bertaraf etmek, nötr olanları pozitife çevirmek gerekir.

AKP neden hala birinci parti, sorusuna verilecek başka cevaplar da var?

3-Kutuplaştırma ile kendi kitlesini sürekli konsolide ediyor. İktidarın nimetleri ile besliyor. Biz ve onlar ikiliğini işleyip, kutuplaşmayı derinleştiriyor, kendi kutbunda yer alanları diğerlerine karşı düşmanlaştırıcı bir dille manipüle ediyorlar. Kılıçdaroğlu’nun kutuplaşma yerine barışmayı öne çıkaran helalleşme çıkışı bu açıdan önemliydi.

4- Kaybetme korkusunu yapıştırıcı gibi çalıştırılıyor.  Muhalefetin “hızla geliyoruz” söyleminin bazı kesimlerde yarattığı korku “kirpi psikolojisi” ile bu kitleyi birbirine yakınlaştırıyor. Birlikte bir arada olmaya yol açıyor, kümeleşip direnelim diyor bu kitle. Daha önceki hatıralarının verdiği alarmla birbirlerine sarılma, “bir dakika buradayız bir yere gitmiyoruz” duygusu yaratıyor.

5- AKP seçim kazanmak için kaos ortamı yaratabilir, baskı ve yasakları arıtabilir, şiddete başvurabilir gibi bir kara propaganda el altında yürütülüyor. Bu kararsızları olumsuz etkiliyor. Oysa kara propagandaların tuzağına düşmemek lazım. İstanbul seçimlerini nasıl sandıkta kaybettilerse bu seçimi de sandıkta kaybedecekler, meğerki sandıklara sahip çıkılsın. Hatta sandık güvenliği çalışmaları şimdiden başlamalıdır.

6- Daha da önemlisi hala ne durumda olduklarını görmeyen, belki de görmek istemeyenler olabilir. Bazen değişim kapıya dayandığında bile, bunu görmeyenler eski statükoyu korumak için ellinden geleni yaparlar. AKP de iktidar nimetlerine alışmış bir kesim var bunu elden gideceğini düşünmek bile istemiyor. Bunun için kendi gerçeğini görmek yerine karşı tarafı karalamak daha kolaylarına geliyor.

İktidarın negatif algı propagandası

Örneğin iktidar cenahının anti propagandası ile halkın bir kesimi şu noktalarda bazı korkulara sahiptirler: Muhalefet gelirse, sosyal yardımlar kesilir, hayat tarzıma dokunurlar; birbirine benzemeyen çok parti var, birbirlerine düşerler, tekrar kaos ve istikrarsızlık olur; yönetemezler ve gelen gideni aratır vb.

AKP’den filen kopmuş ama ruhen tam kopmamış, haleti ruhiye olarak hala ona bağlı bir kararsız kesim var, böyle düşünüyor. Seçim kapıya gelince bu korkuları aşıp ileri gitmek yerine tekrar koptuğu yere geri dönüyor. Bildiği azı bilmediği çokla değiştirme riskini göze al(a)mıyor.  Bu sosyo psikoloji değişmeden AKP’nin üçte birin altına düşmesi zor. Oysa bu konuda toplumu ikna edecek önemli bir örnek var elimizde.

Belediye seçimleri ve sonrasındaki örnek.

AKP ve ortağı MHP belediye seçimlerinin bir beka meselesi olduğunu söylüyordu, ne oldu? Yalan olduğu ortaya çıktı, kazananlar harıl harıl çalışıyorlar. Ortada bir beka meselesi  de yokmuş demek ki, sadece kendi siyasi çıkarları uğruna halkı kandırmak, manipüle etmek varmış. Bunun için toplumun sinir uçlarıyla oynayıp oy devşirmekmiş maksatları. Bunun için böyle ipe sapa gelmez argümanlara başvurdular, bugün olduğu gibi. Bunları topluma “doğru dürüst” anlatmak önemli.

Başka ne diyorlardı? Bunlar kazanırsa sosyal yardımlar kesilir diyorlardı. Kazındılar ve  sosyal yardımlar da kesilmedi, hatta fazlası ile sürüyor. Üstelik iktidar bu yardımları merkezden kesiyor. Daha iki gün önce şu haber vardı: İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 100 bin yoksul çocuğa dağıttığı sütü Sayıştay raporları ile engellemeye çalışıyorlar. Neymiş yapamazmış, sütler yabancı marka araçlarla taşınıyormuş. Maksat bağcı dövmek. Gene İBB’nin ulaşım için bazı dezavantajlı gruplar için getirdiği indirimleri “yapamazsın” diye engellediler, neden? Bu indirimi ancak saray yapabilirmiş. Peki belediye ne iş yapacak, kendi otobüsünde taşınan yolcuya dair bir iş yapamayacaksa ne yapacak? O zaman belediyeleri kapatın, saraydan yönetin, olsun bitsin.

Bir başka örnek: Başörtülüler işten çıkarılacak deniyordu. Bugün de aynı propaganda yapılıyor. Oysa başörtülüler işten çıkarılmadı, herkes işine devam ediyor. Ama bunların yerine hala ayakkabı kutularından çıkan dolarların hesabı sorulmadı; bunca Vakfa İstanbullunun bu kadar parası neden peşkeş çekildi, bunun cevabı verilmedi; o kadar yandaşa onca araba şatafatı neden yaşatıldı anlatılmadı. Onca yoksulluk ve işsizliğe rağmen bu kadar yandaş türedi zengin nasıl ortaya çıktı? Hani bunların cevapları?

Bilindiği gibi demokratik bir yönetimi otokratik olandan ayıran temel şey, şeffaflık, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirliktir. Bunlar yoksa orada demokratik, adil ve hakça bir düzenden bahsetmek mümkün değildir, tıpkı bugün olduğu gibi.

AKP’nin gerçekle ilişkisi giderek kopuyor.

AKP gittikçe sahiciliğini yitiriyor. Seçmen bunu gördüğü içindir ki psikolojik üstünlük muhalefete geçti. Çünkü ekonomik krizin önüne geçmek bir yana iş giderek krizden bunalıma eviriliyor. Yönetenler yönetemez, yönetilenler yönetilemez hale geldi.

Bir bakalım: Ücret geliri ile geçinen hanelerin yüzde 47’si asgari ücret gelirine sahip
Bir zamanlar Erdoğan’ın yaptığı simit hesabından gidelim. Dört kişilik bir aile sadece günde üç öğün simit çay yese bugün düşünülen asgari ücreti geçiyor, 3700 bin civarı ediyor. Bunun içinde kira yok, bunun içinde eğitim, sağlık hizmeti yok, bunun içinde su, gaz, elektrik gibi zorunlu ihtiyaçlar yok, bunun içinde diğer zorunlu ihtiyaçlar yok. Sadece tanesi 3,5 liraya çıkan simit ve en ucuzundan bir çay var.

Görüldüğü gibi bu iş yoksulluğu çoktan aşmış artık açlık sınırının altında seyrediyor. Birleşmiş Milletlerin verilerine göre insanların sadece biyolojik ihtiyaçları için gerekli olan para ortalama günde 5 dolardır, bu da ayda 150 dolar, bugünkü kur ile 2155 TL ediyor. Yani açlıktan ölmemek için gerekli olan para bu. Varın gerisini siz düşünün.  Fakat bütün bunlara rağmen iktidar hiçbir şey yokmuş gibi toz pembe tablolar çizebiliyor ve hala buna inanan insanlar var. Bu da işi güç hale getiriyor. Gelecekte de ne tür varyeteler olacak, bilmiyoruz.

Nasıl olsa kazanıyoruz yanılgısına düşmemek lazım!

O halde muhalefetin, “nasıl olursa olsun kazanıyoruz” yanılgısından kurtulması lazım. Yapılamayacak vaatlerle kafa karıştırmaması lazım. Çünkü sorun sadece siyasi değil, sorun aynı zamanda ekonomik, sosyal, kültüreldir. Sorun adaletin işlememesi, kalitesizliğin artması, çürümüşlüğün her yanı sarması sorunudur. Kurumlar işlevsiz darmadağın, memurlar partizanca işe alınmış, ilgili işlere göre niteliksiz vb. Bir yığın alanda birikmiş dev gibi sorunlar var. Bunların çözümü çok daha önemli. Sadece şikayetle seçim kazanılmaz, kazanılsa da yönetilemeyecek bir tablo ile karşı karşıya kalınabilir. Bunları görmek gerekir.

Örneğin cumhurbaşkanı neden her gün ateşe körükle gidiyor? Kendisi “modelim” diyor. Ama bilerek bir yangını büyütme, enkaz yaratma da olabilir. Bana yar olmayan kimseye olmasın mantığıdır işletilen belki de. O halde sorun sadece kimin cumhurbaşkanı olacağından daha büyük. Sorun sadece lider üzerinden inşa edilebilecek bir sorun değil. Mevcut durum örgütlenerek, yeni örgütlemeler üzerinden topluma bir şeyler anlatmayı gerektiriyor.

Feryat ediyorsun “araba uçuruma gidiyor, durdurun” diye, ama dünya durmuyor. Diyelim ki arabayı durdurdun, tekrar arabayı nasıl çalıştıracaksın ve nereye doğru götüreceksin. Bütün bunlar çok önemli. Bunlar önemli çünkü topluma bu anlamda umut ve güven vermek gerekiyor. Burada anahtar iki kavram umut ve güvendir.

Sorunlara çözüm üretmek

Umut ve güven topluma içerde ve dışardaki sorunların çözümüne dair güven vermeden geçiyor. Mesela, iklim değişikliği, yeşil mutabakat, su meselesi, gıda güvenliği, enerji meselesi, emek sermaye çelişkisi, teknolojik sıçrama gibi küresel konularda da  ne düşünüldüğü önemli. Dünya Marsa giderken sen bu konularda bir şey yapmazsan, hele hele yeni yetişen genç nesle bir şey söylemezsen sadece inşat sektörünün ürettiği dairende karın doyurup niteliksiz bir biçimde kalitesiz bir yaşama mahkûm olursun.

Belki de bunlar yok diye hala CHP birinci, ittifak ortağı ikinci parti değil. Kemal beyin tek başına yapmaya çalıştığı şey ve yaratmaya çalıştığı fark ne kadar yetecek?  Sadece bireysel ilişki yetmez. Diyelim insanlar aç, siz bu duruma dikkat çekip buradan bir ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. Ama bu insan aynı zamanda Kürt, muhafazakâr, Alevi, dindar ya da seküler. Yani hal ve tavırlarını belirleyen bir kimliği var hareket ederken sadece bireysel kimliğine değil bu kolektif kimliğine göre de karar veriyor.

Geçen gün TV’de bunları söylerken, eski bir CHP PM üyesi  “ama bu kimlik siyaseti” diye itiraz ediyordu. İyi de sen ismini anmadan Kürdün, Alevinin, muhafazakârın ya da sekülerin sorunlarını nasıl dile getireceksin, buralarda yaşanan hak ihlallerini nasıl anlatacaksın? Kemal Beyin bireye yönelik söylemi onu etkiliyor ama ardından dönüp acaba parti benim içinde bulunduğum kolektif sorunlarımın çözümü için ne diyor diye bekliyor. İşte bu noktada sizin burada onlara anlatacak bir hikayenizin olması lazım. Dürtme yetmiyor bir hedefe yönlendirme de olmalı. Burada iş kadrolara düşüyor elbette.

Mesela genel başkan helalleşmeden bahsetti, orda durmamalı. Helalleşme etkinlikleri düzenlenebilir. Örgütün motive olup ev ev sokak gezmesi gerekir. Unutmayın,” biz nasıl olsa kazanıyoruz” rehaveti kaybetmenin döl yatağıdır. Bunun yerine büyük hedeflere kilitlenip ona doğru yürümek önemli. Yerel seçimlerde özellikle İstanbul’da bu başarıldı. Bugün o henüz yok. Başka neler yok; 1) Temel anlatı hala yok 2) Kazandıktan sonraki yol haritası henüz net değil 3) Partiler arası uyum nasıl olacak belirsiz 4) Restorasyon dönemi nasıl olacak, nasıl işleyecek 5) Birikmiş acil sorunlar nasıl çözülecek 6) Kurumlar nasıl onarılacak 7) Adaylık meselesi hangi yöntemle, nasıl halledilecek?

Bugün insanlar kimin yanında yer almalıyım, yanlış seçim yapmayayım diye tereddütle pozisyon almaya sürükleniyorlar. Bu yanlışlara sürüklemenin ötesinde enerjiyi içerde tüketip sönümlendiriyor. Enerji siyasete kanalize edilebilirse mitingler amacına ulaşır. Bunun için toplumsal itirazı, haykırışları ortak bir hayale çevirebilmek gerekir.


Yorum Yazın