Libya ve Mavi Vatan'ın uluslararası hukuk açısından temelleri

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Libya ve Mavi Vatan'ın uluslararası hukuk açısından temelleri
Abone ol
“Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Libya Devleti Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki uluslararası hukuk ve uluslararası anlaşmanın ulusal çerçevesinin Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin değerlendirilmesi...” Hukukçu ve Doktoralı Siyaset Bilimci Yavuz Selim Sarıibrahimoğlu'nun detaylı çalışmasının başlığı bu... Sariibrahimoğlu bu çalışmasında, gerek Libya'nın meşru hükümeti ile Türkiye'nin yaptığı ve Akdeniz'de sınır komşusu olmamızı sağlayan anlaşmanın, gerekse Mavi Vatan savunmasının hukuki dayanağını ortaya koyuyor.

Tarihsel süreçten tutun da Kıta Sahanlığı ile Münhasır Ekonomik Bölge arasındaki farka kadar her detayın yer aldığı rapor, Türkiye'nin de elini güçlendirecek hukuki argümanları içeriyor. Bu çok önemli bilimsel ve hukuki rapor şöyle:

27 Kasım 2019 tarihinde İstanbul'da "Türkiye Cumhuriyeti ile Libya Ulusal Uzlaşma Hükümeti" arasında Akdeniz'de deniz yetkilerinin sınırlandırılmasına ilişkin 12/07/2019 tarihinde resmî gazetede yayınlanan uluslararası anlaşmanın hukuka uygun olduğu tespit edildi. Türkiye, aralık ayı başında Libya ile imzaladığı anlaşmanın tescili için Birleşmiş Milletler'e başvurdu. 

Anlaşma metnine göre, Türkiye ile Libya arasında 18.6 millik (29,9 km) kıta sahanlığı sınır çizgisi (KS) ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırları belirlendi. Türkiye, Akdeniz'de henüz münhasır ekonomik bölge ilan etmedi. Münhasır ekonomik bölge balıkçılık sektörünü de içerdiğinden ilgili kurumlar arasında çalışmaların devam ettiği belirtildi. 

1. DOĞU AKDENİZ SORUNUNUN TARİHSEL GELİŞİMİ 

2000'li yılların başından itibaren Doğu Akdeniz'de yargı bölgelerinin kısıtlama anlaşmaları ve ilan edilen arama-üretim ruhsat alanları bölgede hareketliliğe neden olmuştur. 2008 yılında Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen petrol ve doğal gaz yataklarıyla tanınan bölge devletlerinin kıyı şeridi, binlerce metrekarelik son derece değerli bir deniz yetki alanı haline gelmiştir. Doğu Akdeniz'in Kafkaslar ve Orta Asya petrol ve doğal gaz kaynaklarını içeren bir enerji havzası olması ve bu enerji havzasında bahsedilen kaynakların güvenli bir şekilde tedarik ve sevkiyatına duyulan ihtiyaç bölgenin önemini daha da artırmaktadır. Nitekim dünya ticaretinin yaklaşık %90'ı deniz yoluyla yapıldığından, deniz güvenliği ile enerji güvenliği arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır. 

2. ULUSLARARASI DENİZ HUKUKU KAPSAMINDA DENİZ YETKİLERİNİN SINIRLANDIRILMASINA İLİŞKİN YASAL ÇERÇEVE 

Deniz hukukunun en kapsamlı sözleşmesi olan 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile deniz yetki alanlarının temel hukuki yapısı belirlenmiş, kıyı devletleri tanımlanmış ve Deniz Hukuku tarafından kısmen veya tamamen ilan edilebilecek bir dizi yargı yetkisi bulunmaktadır. Türkiye, Suriye, İsrail, Fas ve Libya dışındaki Akdeniz ülkeleri, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'ni imzalamıştır. 

Kıta Sahanlığının Tanımı 

Esasen jeolojik bir kavram olan kıta sahanlığı, bir kara ülkesinin deniz altında kalan doğal kısımlarına verilen isimdir. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesine göre kıta sahanlığı, deniz yüzeyi ile deniz dibi arasındaki derinliğin 200 metre olduğu alandır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta kıta sahanlığının deniz derinliğinin 200 metre olduğu noktayı esas almasıdır. Karasuları veya komşu bölgelere değil, deniz derinliğine dayanmaktadır. Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesine göre, kıyı devletinin derinliği 200 metreden fazla olan alanlarda doğal kaynakları işletmesi durumunda, söz konusu derinlikten ziyade işletme kriterinin esas alınabileceği belirtilmektedir. Ancak, doğal uzantı 200 mili aştığında ve işletme kriteri esas alındığında, kıta sahanlığı toplamda 350 milden fazla veya 2500 m eşdeğer derinlik hattından 100 milden fazla olamaz. 

Kıta Sahanlığı kavramının sınırlarının belirlenmesine katkı sağlayan bir diğer kaynak da Uluslararası Adalet Divanı kararlarıdır. Mahkemenin 1696 yılında Hollanda, Danimarka ve Federal Almanya arasındaki Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davası kararında kıta sahanlığı kavramının merkezinde kıyı devletinin deniz altındaki ülkesinin doğal uzantısı olma koşulu yatmaktadır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 77. ve 82. maddelerine göre kıyı devleti egemenlik haklarını münhasıran kıta sahanlığı altındaki doğal kaynaklar üzerinde kullanabilir. Sözleşmeye göre kıta sahanlığı, kıyı devletinin doğal yargı yetkisi altındadır; Devletin bu kıyı sahanlığı içindeki doğal kaynakları araştırma ve işletme ve bu amaçla yapay bir ada ve tesis kurma hakkı vardır. Kıyı devleti bu haklardan herhangi bir duyuruya gerek kalmaksızın yararlanabilir. 

Bu, Uluslararası Adalet Divanı'nın 1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Kanunları kararında da belirtilmiş ve kıyı devletinin Kıta sahanlığı üzerindeki haklarının ipso facto (aslında) ve ab initio (başlangıçtan itibaren) olduğuna hükmedilmiştir. Başka bir deyişle, bir devletin kıta sahanlığı, beyanına bakılmaksızın en doğal hak ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. 

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 83. maddesinde, komşu devletlerin kıta sahanlıklarının belirlenmesinde, sınırların hakkaniyete uygun olarak ve bir anlaşma ile belirlenmesi gerekliliği hükme bağlanmıştır. Kıta sahanlığı sınırlarının hem mahkeme kararlarında hem de fiili davalarda ex aequo et bono (adil ilkeler) uyarınca belirlenmesi gerektiği ifade edilmekte olup, bu adil ilkeler genellikle jeolojik unsurlar, coğrafi bölgeler, belirlenen diğer sınırların varlığıdır. Bölgede, devletin hayati çıkarları, bölgede ortak petrol yataklarının varlığı ve tarihi hakların varlığı olarak ifade edilmiştir. Kıta sahanlığı ile ilgili olarak tanınan hakların kullanılması açısından kıta sahanlığının genişliğinin ve sınırlarının belirlenmesi gerekmektedir. 

Bu kapsamda 23 Haziran 1978 tarihinde Türkiye ile SSCB Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Anlaşması imzalanmıştır. Ayrıca 4 Aralık 1997'de Bulgaristan ve Türkiye ile imzalanan ve 21 Temmuz 1998'de yürürlüğe giren Anlaşma da vardır. 

Münhasır Ekonomik Bölgenin Tanımı 

Münhasır Ekonomik Bölge, bir kıyı devletinin karasularından başlayarak 200 mil mesafeye kadar olan, su tabakası ve deniz yatağı ile toprak altındaki toprakları olan deniz alanı ile münhasır hak ve yetkilerin verildiği topraklarıdır. Buradaki tanımdan hareketle, söz konusu yetki alanının ana hattan 200 mil kadar uzayabilen ve karasularının bittiği yerden başlayan bir bölge olduğu sonucuna varılabilir. 

1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi kapsamında kabul edilen münhasır ekonomik bölge, özel bir yasal rejime tabidir ve hem kıyı devletinin hem de diğer devletlerin hak ve yetkilere sahip olduğu sözleşmenin V. bölümünde düzenlenmiştir. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, kıyı devletinin Münhasır Ekonomik Bölge'deki hak ve yetkilerini 56. Madde uyarınca düzenleyerek, kıyı devletine sulardaki doğal ve cansız doğal kaynakları araştırma, işletme, koruma ve yönetme hakkı verir. Ancak aynı maddede Sözleşme, bu hak ve yetkilerin kullanılmasında diğer devletlerin hak ve yükümlülüklerine gereken özenin gösterildiğine de dikkat çekmiştir. Ayrıca Sözleşme, diğer devletlerin 58. Madde kapsamındaki hak ve yetkilerini düzenleyerek, kıyı devleti tarafından ilan edilen Münhasır Ekonomik Bölge'de üçüncü kişilere denizaltı kabloları ve petrol boruları döşeme ve seyrüsefer özgürlüğü tanımıştır. 

Hem kıta sahanlığı hem de Münhasır Ekonomik Bölge ana hattan 200 mil uzakta olduğu için örtüşen alanlar olabilir ve bu bölgeler kavramsal olarak karıştırılabilir. Ama aralarında çok önemli bir fark var: - Kıta sahanlığı, coğrafi olarak kıyı ülkesinin bir parçası olan ve bu nedenle kıyı ülkesinin doğal ve ayrılmaz egemenlik alanı içinde yer alan ve gerektiğinde 350 mile kadar genişleyebilen bir bölgedir.- Münhasır Ekonomik Bölge ise, hakların ve yetkilerin ilana bağlı olduğu, en fazla 200 mil genişliğinde, kıyı devletinin egemenliği altında olmayan, sadece kendi sınırları içindeki doğal kaynaklar üzerinde münhasır yetkilerin bulunduğu bir alandır. Sonuç olarak, kıta sahanlığın Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi yer almakta ve egemenlik ilkesinin ayrılmaz bir parçası iken, Münhasır Ekonomik Bölge deklarasyona dayalı ve kıyı devletini belirli bir derinliğe kadar yetkilendiren bir alandır.

3. DENİZ YETKİ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASININ YASAL ÇERÇEVESİ 

Denizlerdeki zenginliklerin paylaşımı, ulaşım, ticaret ve denizlerin zenginliği için verilen mücadele devletlerin öncelikleri arasında yer almış ve bu mücadelenin sonucunda “denizlerin yargı yetkisinin paylaşımına ilişkin temel kavramlar” ortaya çıkarak yasal bir zemine taşınmıştır. 

4. DENİZ YETKİLERİNİN SINIRLANDIRILMASINDA HUKUKUN BİRİNCİL KAYNAKLARI 

Uluslararası hukukun kaynaklarının sayıldığı Uluslararası Adalet Divanı Statüsü'nün 38. maddesinde belirtilen başlıca kaynaklar; uluslararası antlaşmalar, örf ve âdet hukuku ile hukukun genel ilkeleri, içtihat ve doktrin ise yardımcı kaynaklar olarak kabul edilmiştir. Bu kaynaklar doğal olarak uluslararası hukukun alt dalı olan deniz hukuku için de uygulanmaktadır. En önemli kaynaklar şunlardır; - 1958 Cenevre Sözleşmeleri- 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi 1982 Sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle 1958 Cenevre Sözleşmeleri otomatik ve doğrudan yürürlükten kalkmamıştır. Ancak kıta sahanlığı ve MEB alan sınırlaması ile ilgili farklı hükümler içeren bu Sözleşmelere ilişkin hükümlerin çeliştiği durumlarda, 1982 Sözleşmesi hükümleri 1958 Sözleşmelerinden üstün olarak uygulanacaktır. Deniz hukuku ve deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uyuşmazlıklar ele alınırken, örf ve âdet hukuku ve ikili sözleşmelere ek olarak bu iki özelleştirme şartı da dikkate alınmaktadır. 

ULUSLARARASI GÜMRÜK HUKUKU VE KABUL EDİLEN TEMEL İLKELER 

a. Eşitlik İlkesi ve Adalet Çözümü 

Kısıtlama uyuşmazlığı durumunda, taraflar arasında bir sözleşme olması halinde bu sözleşmenin hükümleri doğrudan uygulanacaktır. Bu nedenle Mahkeme, 1969 tarihli Kuzey Denizi kararının 85. paragrafında tüm kısıtlamalar için devletleri bağlayan kuralları dahil etmiştir. Ancak taraflar arasında akdedilen sözleşmenin hükümleri öncelikli ve doğrudan uygulansa dahi bu hükümler örf ve âdet kurallarından bağımsız olarak ele alınmayacaktır. 

Sonuç olarak gerek 1958 tarihli Cenevre Sözleşmelerinden gerekse 1982 UNCLS'de belirtilen örf ve âdet hukukundan kaynaklanan ilkeler ve Mahkeme kararlarından, deniz alanlarının sınırlandırılması için kullanılabileceği konusunda tereddüte mahal yoktur. 1982 tarihli UNCLS'nin 74 ve 83. maddelerinin açılışı olan bu temel kural şu şekilde açıklanabilir: 
“Kıyıları birbirine bakan veya yan yana olan komşu devletler arasında tek taraflı olarak deniz sınırları belirlenemez. Böyle bir kısıtlama, adil bir şekilde sonuçlanacak müzakereler sonucunda iyi niyetle ve bir anlaşma ile yapılmalıdır. Taraflar bir anlaşmaya varamazlarsa, bu uzlaşmaya yetkili bir üçüncü tarafça ulaşılmalıdır. Her iki durumda da bölgenin coğrafi yapısı ve diğer ilgili koşullar çerçevesinde adil bir çözüm sağlamak için hakkaniyetli kriter ve yöntemler uygulanarak kısıtlama yapılmalıdır.” 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki eşitlik kriterleri hukuk devletine uygun değildir. Nitekim Mahkeme, Maine Körfezi davasında, kriterlerin hakkaniyete uygunluğunun her olaya özgü ilgili koşullar çerçevesinde belirlenebileceğini vurgulamıştır. Diğer bir ifadeyle hakkaniyet kriterleri, hakkaniyet ilkelerinin her somut olayda ortaya çıkması olarak tanımlanabilir. Uluslararası kısıtlama hukukunun bugün geldiği noktada gerek kalkınma kuralları gerekse geniş katılımlı uluslararası deniz hukuku sözleşmeleri, iki veya daha fazla devlet arasındaki sınırlamanın bölgenin ilgili tüm unsurlarını hesaba katarak “hakkaniyet ilkeleri temelinde adil bir çözüm” içinde yapılmasını şart koşmaktadır. 

b. Coğrafya Üstünlük İlkesi 

Bir devletin, yani denize kıyısı olmayan bir devletin varlığından söz etmek mümkündür. Dolayısıyla, bir devletin deniz alanları üzerinde egemenlik iddiasında bulunmasının ön koşulu, davacı devletin denize kıyısının olmasıdır. Mahkeme, aslında, sınırlamada dikkate alınacak unsurları coğrafi koşullar ile diğer koşullar arasında bir ayrım olarak dikkate alarak, dolaylı olarak coğrafi üstünlük ilkesine işaret etmiştir. 

c. Diğer Faktörlerin Dikkate Alınmasına İlişkin Esaslar 

Kısıtlamada hakkaniyet sadece coğrafi unsurlar dikkate alınarak sağlanamaz, değerlendirmeye coğrafi unsurların yanı sıra diğer tüm ilgili unsurlar da dahil edilmelidir. Sınırlamada varlığı bilinen doğal kaynaklar kesinlikle dikkate alınır. Bu faktörler canlı türleri olabileceği gibi mineraller ve mineral kaynakları da olabilir. Mevcut doğal kaynakların orantısız dağılımı sonucunu sağlayan bir kısıtlama olarak hakkaniyetli olmayacaktır. Bölgede yapılan kısıtlamalar ve olası sınırlar da iki devlet arasındaki kısıtlamayı etkileyen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim Tunus-Libya olayında Türkiye ile belirlenecek sınırlar üçüncü devletler veya petrol arama ruhsat alanları gibi nedenlerle taraflarca belirlenen sınırlar da dikkate alınarak kısıtlamalar yapılmıştır. 

d. “Orantılılık” ve “Kapatmama” İlkeleri 

Yargı kararları incelendiğinde, yukarıda belirtilen yöntemler dışında başka sınırlama yöntemlerinin de dikkate alındığı görülmektedir. Diğerleri ise “orantılılık” ve “kapatmama” ilkeleridir. Orantılılık ilkesi, iki devletin kıyı uzunlukları ile bu ülkelere verilen kıta sahanlığı alanları veya münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın olması gerektiğini belirtmektedir. Orantılılık ilkesine benzer bir diğer ilke de "kapatmama" ilkesidir. Uzaklık unsurunun kabulü ile özellikle kıta sahanlığı genişliğinin belirlenmesinde kısıtlama çizgisinin her ülkenin kendi kıyılarına yakın alanlar bırakacak şekilde belirlenmesi gerektiğine dikkat çekiyor. 

e. "Karadeniz Hakimdir" İlkesi 
f. "Doğayı Yeniden Şekillendirmek Mümkün Değildir" İlkesi 
g. Adalar ve Kısıtlamadaki Rolü 

Bazı durumlarda, adalar sadece ilgili bir koşul olarak kabul edilirken, kısıtlama işlemi sırasında kıyı şeridinin genel şekli dikkate alınırken, ana noktalar hesaplanırken anakara dikkate alınır ve kıyı uzunluğu dikkate alınmazken, bazı koşullarda adalar sadece ilgili bir koşul olarak kabul edilir. Adalar üzerindeki etkisi hem bölgedeki genel koşullar ışığında hem de adanın özel koşulları ışığında belirlenmelidir.

DOĞU AKDENİZ YARGISI VE TÜRKİYE 

Türkiye'nin Karadeniz, Akdeniz ve Ege üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için doğal ve bağımsız olarak herhangi bir duyuru yapılmadan fiilen (ipso facto) ve başlangıç (ab initio) kıta sahanlığı mevcuttur. Bu nedenle Türkiye'nin denize komşusu veya kıyısı olan ülkeler kıta sahanlıklarını sınırlamalıdır. Türkiye, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesine ve 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine (B.M.D.H.S.) taraf değildir. 

Türkiye müzakerelere katıldı, ancak Deniz Hukuku Sözleşmesi'ni olduğu gibi imzalamadı. Sözleşmenin 309. maddesi uyarınca kayıt çekincesi konulmasına izin verilmez. Deniz Hukuku Sözleşmesinin 309. maddesi şu şekildedir:
“Madde 309- Çekinceler ve İstisnalar… Bu Sözleşmenin diğer maddelerinde açıkça izin verilmedikçe, bu Sözleşmeye hiçbir çekince veya istisna yapılamaz.” 

Türkiye, Karadeniz'de bu bildirgede, kendi münhasır ekonomik bölgesinde deniz çevresinin korunması, deniz kirliliğinin önlenmesi ve azaltılması hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Türkiye, sözleşmeye taraf olmamasına rağmen, uluslararası hukuk haline gelen bu uygulamayı benimsemektedir. 

Yukarıdaki harita, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan tarafından ilan edilen deniz yetki alanını göstermektedir. Bu iddiaya göre, Kıbrıs Rum Yönetimi tüm Kıbrıs adasının temsilcisidir ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bölgede uluslararası hukuktan doğan hakları göz ardı edilmektedir. Ayrıca Yunan adalarının durumu da belli bir hukuki sorun teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, adaların özel anlaşma ile Yunanistan'a bırakılmadığı varsayımı altında, münhasır ekonomik bölge etkisi olmaması gerektiğini iddia ediyor. 

Bu harita Türkiye Cumhuriyeti'nin münhasır ekonomik bölgesine dayanan Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan ile değil, Mısır ile ortak bir sınırının olduğunu gösterir. Bu nedenle Yunanistan ve diğer bölge ülkeleriyle olan sorunun uluslararası hukukun temelindeki ilke olan eşitlik ilkesine göre ve ülkelerin ortak bir anlaşma ve sonuca varmasıyla çözülmesi gerekmektedir. Türkiye ve Kıbrıs Rumlarının yanı sıra, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomik bölge ilan ederek münhasır yargı yetkisi kurmuştur. Türkiye, devletin Kıbrıs adasının her iki tarafı tarafından da temsil edilmesi gerektiği varsayımına dayalı olarak münhasır ekonomik bölge tanımını da kabul etmiştir. 



Bu harita, Kıbrıs Rum yönetiminin yanı sıra Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ın münhasır ekonomik bölgelerinin iddialarını göstermektedir. Buna göre, Kıbrıs adasının güneyinde 1, 2, 3, 8, 9, 12 ve 13. parsel üzerinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Yönetimi, 1, 4, 5, 6 ve 7 numara Türkiye ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi hak iddia ediyor. Bu nedenle bu bölgelerde keşfedilecek petrol veya doğalgaz rezervlerinin işletme hakları konusunda uluslararası tartışmaların yapılması kaçınılmazdır. 

Türkiye, uluslararası hukuka uygun olarak Doğu Akdeniz bölgesinde yaklaşık 1.800 km'lik sahil şeridine sahip olmasıyla hem ekonomi hem de güvenlik açısından doğrudan çıkarları olan bir devlettir. Kıbrıs Rum Yönetimi, münhasır ekonomik bölge anlaşmalarının, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin kodifikasyonu ile eylemlerini meşrulaştırdığını düşünüyor. Ancak, Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından verilen münhasır ekonomik bölge anlaşmaları ve arama ruhsatları iki nedenle uluslararası hukuka uygun değildir. 

Birincisi, Güney Kıbrıs, Kıbrıs adasının tamamını temsil etmemektedir. Kıbrıs Rum Yönetimi, münhasır ekonomik bölge ilanının adanın güneyini ilgilendirdiğini savunsa da adanın diğer tarafında egemenlik haklarına sahip olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin haklarını göz ardı ediyor. Kıbrıs adasının yetki alanları içinde, adadaki her birey, enerji kaynağının adada nerede bulunduğuna ve işlendiğine bakılmaksızın hakkını saklı tutar.

İkinci olarak, uluslararası hukuka göre, kapalı veya yarı kapalı denizlere kıyısı olan devletler, haklarını kullanırken ve yükümlülüklerini yerine getirirken birbirleriyle iş birliği yapmakla yükümlüdürler. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ne Türkiye'nin ne de münhasır ekonomik bölge ilan ettiği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bilgisi ve onayını aldı. 

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ekonomik bölge anlaşmasıyla ilgili tüm anlaşmaları münhasır hale getirdiğini, uluslararası hukuka aykırılık sözleşmesini ihlal ettiğini ve tüm adayı temsil etmediğini dile getirdi. 

Doğu Akdeniz'in çıkış noktasında, deniz yetki alanlarının uluslararası hukuka göre paylaşılması ve egemenlik alanlarının ihlal edilmemesi, bu enerjinin nasıl ve nereye taşınacağı da önemli bir unsurdur. Bu kapsamda EastMed Projesi, bir noktada denizin 2000 metre altından geçen 2000 km uzunluğundaki bir boru hattı ile Yunanistan ve Akdeniz üzerinden yıllık 8-16 milyar metreküp doğalgazın Avrupa'ya taşınmasını kapsamaktadır. Bunun yaklaşık 6 milyar Euro'ya mal olduğu iddia ediliyor. Yunan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısırlı liderler, EastMed projesine desteklerini çeşitli vesilelerle yineliyorlar. Ancak nihai fiyatın Rus gazının yaklaşık iki katı olması bu projeye verilen desteği azaltıyor. 

EastMed Boru Hattı Projesi, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 300. maddesini ihlal ediyor. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin kıta sahanlığında kullanım özgürlüğü ile ilgili olarak, 79 (1) maddesi, tüm devletlerin kıta sahanlığına denizaltı kabloları ve boru hatları döşemeye yetkili olsalar bile, kıyı devletlerinin bu tür boru hatlarının döşenmesine ilişkin izne ihtiyacı vardır. Ancak böyle bir izin Türkiye'den gelmiyor. 

TÜRKİYE'NİN DOĞU AKDENİZ'DE DENİZ YARGI YETKİSİNİN SINIRLANDIRILMASINA İLİŞKİN TUTUMU 

Türkiye'nin Yunan Adalarına İlişkin Tavrı 

Bir tarafı Doğu Akdeniz'e bakan Ege adaları olan Girit, Rodos, Karpathos (Kerpathos), Shepherd (Kasos) ile Doğu Akdeniz adası Meis ve Türkiye arasındaki deniz sınırları belirlenmelidir. Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin tutumuna benzer şekilde, bu adaların eşit yargı yetkisine sahip olması gerektiğini savunurken, Türkiye de bu adalara uluslararası hukuk ilkelerine göre kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge verilmeyeceğini savunuyor. 

Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşler ve Deniz-Havacılık-Sınır Genel Müdürü Büyükelçi Çağatay Erciyes bu konuda şunları söyledi:
“Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasında uluslararası hukukun koyduğu kural, kısıtlamanın adaletli yapıldığının gösteriyor. Bu anlaşma eşitlik ilkesi çerçevesinde yapılmış bir anlaşmadır çünkü uluslararası hukukta Yunanlıların iddialarının aksine otomatik olarak kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge oluşturma hakları yoktur. Kısıtlamada adaların özel konumlarına bakılır, kıyı uzunlukları ve bulundukları coğrafya incelenir ve adalara uluslararası mahkeme kararlarında veya ikili anlaşmalarda herhangi bir denizcilik yetkisi verilmez. Türkiye, Libya ile uluslararası anlaşmayı yaparken adalet ilkeleriyle hareket etmektedir.” 

Türkiye'nin Diğer Sorunlara İlişkin Genel Tavrı 

Doğu Akdeniz'de başka sorunlar da var. Anlaşmazlıklara rağmen bazı devletlerin hukuki durum kesinleşmiş gibi faaliyetler yürütmesi daha birçok soruna neden olmaktadır. Doğu Akdeniz'e kıyısı olan bazı devletlerin kendi aralarında münhasır ekonomik bölge kısıtlama anlaşmaları imzalamaları bu sorunların bir kısmına yol açmaktadır. 

Uluslararası hukukun ilgili kuralına göre, Doğu Akdeniz'e kıyısı olan devletlerin her biri, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge için kesin sınırları tek taraflı hukuki işlemlerle değil, hükümetler arası yasal anlaşmalarla belirlemelidir. 

Uluslararası kısıtlama hukukunun bugün geldiği noktada, hem imar kurallarının hem de yapı kurallarının önemli bir parçası haline gelen 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi, iki veya daha fazla ülke arasındaki sınırlamanın "adil bir çözüme ulaşmak” amacı ile yapılması gerektiğini şart koşmaktadır… 

Ancak deniz alanlarının sınırlandırılmasına uygun bir çözüm bulunması gerekliliğine ilişkin bu kural, somut durumlara uygulanamayacak soyut bir nitelik göstermektedir. Bu kuralın içeriğinin açıklanması, özellikle yargı kararları ile uygulamada açıklığa kavuşturulabilecek bir konu olmuştur. Yargı kararlarında “coğrafyanın üstünlüğü” ilkesi ön plana çıkmaktadır. Coğrafyadan, bölgedeki ana kara coğrafyasının iki ülke arasındaki sınırlamaya tabi olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda en önemli unsurlar ana kara kıyılarının genel biçimi yani kıyıdaki girinti ve çıkıntılar ile anakara kıyılarının uzunluğudur. 

Bu elemanlar, bir sınırlama sürecinde başlangıçta ve daha sonra kısmen değişebilen “temel” sınır çizgisini belirleyen unsurlardır. Kısıtlamada sadece coğrafi faktörler dikkate alınarak hakkaniyet sağlanamayacağı, hakkaniyetin sağlanması için ilgili diğer unsurların da dikkate alınması gerektiği belirtildi. Bu nedenle mahkemeler, kısıtlamanın bir sonraki aşamasında ilgili coğrafi olmayan faktörleri de dikkate alarak coğrafi unsurlar bazında ulaşılan çözümün haklı olup olmayacağını da değerlendirmiştir. 

Örneğin varlığı bilinen doğal kaynakların sınırlamada dikkate alınacağı yargı kararlarında kesin olarak kabul edilmiştir. Bu faktörler canlı türleri olabileceği gibi madenler ve diğer maden kaynakları da olabilir. Doğu Akdeniz'deki deniz sorunlarının temelinde kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik alanların sınırlarının belirlenmesi yatmaktadır. Anlaşmanın deyimiyle "Akdeniz'deki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırları" anlaşmaya ekli haritada gösteriliyor. Haritada A noktasından B noktasına yaklaşık 30 kilometrelik bir sınır belirlendi. Ayrıca "orta hat" olarak adlandırılan sınırın yerinin belirlenmesine esas teşkil eden karşılıklı kıyı çizgilerinin koordinatları da anlaşmada verilmektedir. 

Anlaşma ile kabul edilen iki önemli hükümden daha bahsetmekte fayda var.

Birincisi şudur: Taraflardan birinin münhasır ekonomik bölgeden başlayıp diğerinin münhasır ekonomik bölgesine kadar uzanan (belirtilen limite karşılık gelen) doğal kaynaklara sahip olması durumunda, bu tür kaynakların işletilmesi amacıyla iki ülkenin anlaşmalar üzerinde iş birliği yapabileceği belirtilmiştir. (Madde IV, paragraf 2)

İkinci önemli nokta, Türkiye veya Libya devleti, münhasır ekonomik bölge sınırlaması konusunda üçüncü bir devletle müzakerelere başlarsa, bu üçüncü tarafla nihai bir anlaşma yapmadan önce karşılıklı bilgi verecek ve istişare yapılacaktır. (Madde IV, paragraf 3)

Sözleşmenin giriş kısmında “İlgili tüm unsurlar göz önünde bulundurularak adil bir şekilde sınırlandırılmaya karar verildi” ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeler, Türkiye'nin ilgili uluslararası hukuk kuralları ile örtüşen anlaşma kapsamındaki yaklaşımının benimsendiğini gösteren ifadelerdir. 

TÜRKİYE-LİBYA ARASINDAKİ ULUSLARARASI ANLAŞMA İÇİN BAZI HUKUKİ DEĞERLENDİRMELER 

I. BM Denizcilik Sözleşmesinin Taraf Olmayan Devletlere Hukuki Etkisi 

Viyana Antlaşmaları Hukuk Sözleşmesindeki genel kurala göre; Uluslararası bir antlaşma, bu antlaşmaya taraf olmayan devletin rızası olmaksızın bu devlete hak veya yükümlülükler yükleyemez (Viyana Antlaşması Hukuk Antlaşması, m.34). Aynı sözleşmeye göre, uluslararası bir anlaşmaya taraf olmayan üçüncü devletler, belirli durumlarda, sözleşmenin sağladığı haklardan yararlanabilir. Bu da ancak Sözleşmeye taraf olan devletlerin sözleşmede üçüncü devletlere haklar tanıması ve üçüncü devletlerin bu hakları sözleşmeye uygun olarak kullanmaya başlamasıyla mümkün olacaktır (Viyana Antlaşması Hukuk Antlaşması, m.35). Bu konu UNCLOS'ta belirsiz bırakılmıştır. 

a. Uluslararası Anlaşmalar 

Kısıtlama uygulamasına ışık tutacak anlaşmalar, birçok devletin taraf olduğu ve hükümleri yargı organları için geçerli olan uluslararası anlaşmalardır. Bu açıdan ikili anlaşmalardan ziyade UNCLOS gibi çok taraflı anlaşmalar birincil kaynaklardır. Türkiye'nin yukarıda belirtilen Doğu Akdeniz bölgesinde UNCLOS'a taraf olmadığı göz önüne alındığında ve uluslararası bir antlaşmaya tüm kıyı devletlerinin taraf olduğu ifade edilmiştir. Ancak, bölge devletleri ikili anlaşmalar yapmaya devam etmektedir.

 b. Uluslararası Töre Hukuku 

Uluslararası sözleşmeler, devletlerin uluslararası hukuk konularında uyguladıkları davranışların benimsenmesi ve yazılı olmayan bir kural haline gelmesi anlamına gelmektedir. Bir örfün bir devleti bağlaması için o devletin bu örf ile paralel uygulamaları olması gerekir. Ancak UAD, 1985 yılında Libya-Malta Davası'nda verdiği kararda, uyuşmazlığın taraflarının sorunun çözümünde BMDHS'nin uygulanmasını istememelerinin önemli olmadığını belirtmiş ve bu anlaşmanın anlaşmazlığa dönüşmesine neden olmuştur. Uluslararası uygulama, davanın taraflarından biri taraf olmasa bile uyuşmazlığa da uygulanabilir. 

Mevcut duruma bakıldığında, Doğu Akdeniz'deki birçok devlet BMDHS'ye taraftır, ancak Türkiye 1958 Cenevre Sözleşmesi'ne ve 1982 BMDHS'ye taraf değildir. Bu durum karşısında Doğu Akdeniz'de kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin çözümünde sadece yazılı hukuk kuralları değil, gelenekler de devreye girecek. Söz konusu anlaşmalarda olduğu gibi örfi hukukta bu konuya uygulanacak kurallar dikkate alındığında bölgenin tüm dinamiklerini göz önünde bulundurarak hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde adil bir çözüm öngördüğü anlaşılmaktadır. Bölgenin konumu incelendiğinde, kıyı devletleri ile yapılan anlaşmalarda münhasır ekonomik bölge, karasuları ve kıta sahanlığı açığa çıkarılarak sorunun çözülebileceği görülmektedir. 

II. 22 Mayıs 1969 Viyana Sözleşmesi Kapsamında Türkiye-Libya Anlaşması 

Uluslararası Anlaşmaların geçerliliğini ölçmek için 1969 Viyana Sözleşmesi Kanunu (VAHS) esas alınmıştır. Bu anlaşmanın tarafları Libya, Kıbrıs, Yunanistan’dır. Türkiye anlaşmaya taraf değildir. Ancak Türkiye'nin taraf olduğu benzer bir anlaşmanın olmaması ve başvurunun kabul edilmesi halinde Türkiye tamamen uygulama alanı dışında kalacaktır. Ayrıca, VAHS'nin 38. Maddesi, sözleşmeye taraf olmayan ülkeler için geleneksel bir kural olduğu için, sözleşmedeki maddelerden birinin taraf olmayanlar için zorunlu olmasına herhangi bir engel bulunmadığını belirtmektedir. 

III. Üçüncü Devletler için Geçerlilik 

Anlaşmanın 34. Maddesi, üçüncü devletler için geçerlilik konusunu ele almaktadır: “Bir anlaşma, üçüncü bir devletin rızası olmadan ne hak ne de yükümlülük yaratmaz”. Deniz hukukuna ve deniz gümrüğüne göre aynı nokta üçüncü bir ülkenin karasuları veya münhasır ekonomik bölgesi de ise, bu kapsamda bu anlaşmanın “erga omnes” etkisi yoktur ve bu üçüncü taraflar ülkeler bu anlaşmayı haklı çıkarmaz. Burada yapılması gereken, bütün ülkelerin ikili anlaşmalarının olması ve aykırı sınırlar koymamasıdır. Ancak bu yöntem çok zor görünüyor. Çünkü her ülke gücüne bağlı olarak ikili ilişkilerde mümkün olan en fazla metrekareyi almak ister. Bölgenin belirsizliği ve siyasi riskleri göz önüne alındığında dengelerin eşit olmadığı açıktır. 

Yapılması gereken, tüm kıyı ülkelerinin bir araya gelerek bu kararları birlikte alması ve adil bir şekilde paylaşmasıdır. Türkiye'de uluslararası medyanın temel tezi hep bu yönde olmuştur. Bölgeler arası eşitsizlik nedeniyle bazı ülkeler eşit mesafe kuralına sıcak bakmayacak ancak birçok ülkenin bölgesi 200 mil kuralını uygulayacak kadar geniş değil ve her ülke aynı kuralı uyguladığında birçok bölge ortak münhasır ekonomik bölge oluyor. Bu nedenle bu ortak mirasın eşit ve adil bir şekilde paylaşılması oldukça zor görünmektedir. 

IV. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Açısından Değerlendirme 

Ne Türkiye ne de Libya UNCLOS'a taraftır. UNCLOS olmamasına rağmen, Devletlerin UNCLOS ile bağlantılı olduğu konusunda neredeyse bir fikir birliği vardır. Ancak bu, taraf olmayan Devletlerin her halükârda UNCLOS'un tüm hükümlerine bağlı olacağı sonucuna götürmez. Bu durumda BMDHS'den bir geçersizlik sonucu doğmamalıdır. Yani ülkelerin bu anlaşmanın ne Viyana Antlaşması'na ne de UNCLOS'a göre geçersiz olduğunu belirten açıklamaları hukuken doğru görünmektedir.

V. Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı Türkiye Aleyhinde Karar Verebilir mi? 

BM Uluslararası Adalet Divanı (UAD), anlaşmazlığa taraf olan tüm devletlerin yargıya rıza göstermesi koşuluyla, devletler arasındaki anlaşmazlıkları görebilir. Ülkemizin bu Sözleşme nedeniyle rızası olmadan UAD'nin yargı yetkisine tabi olması mümkün değildir. 
Bu rızanın açıklanmasının dört temel şekli olduğu söylenebilir: 
1) Tahkim senedi 
2) Akdedilmiş uluslararası bir anlaşma 
3) Tek taraflı bir bildirimle 
4) Forum prorogatumu aracılığıyla 

Hemen belirtilmelidir ki, Mahkeme'nin içtihadına göre yargılamaya rıza bir şekil meselesi değildir. Örneğin, Yunanistan'ın 19 Ağustos 1976'da UAD'de ülkemize karşı tek taraflı olarak açtığı Ege Denizi kıta sahanlığı ile ilgili bir davada UAD, Ocak 1979'da ihtilaf üzerinde yargı yetkisi olmadığına karar verdi. UNCLOS tarafından kurulan BM Deniz Hukuku Mahkemesi, Türkiye BMDHS'ye taraf olmadığı için Türkiye üzerinde yargı yetkisine sahip değildir.
 


Yorum Yazın